http://whc.unesco.org/archive/serial-noms.htm
örnekler:
http://whc.unesco.org/en/list/373
http://whc.unesco.org/en/list/943
http://whc.unesco.org/en/list/874
http://whc.unesco.org/en/list/688
http://whc.unesco.org/en/list/596
http://whc.unesco.org/en/list/698
http://whc.unesco.org/en/list/291
27 Aralık 2011 Salı
22 Aralık 2011 Perşembe
http://www.yenimakale.com/durum-analizi.html
Durum Analizi
Umut Geloğlu tarafından yazıldı.2256
12345(10 votes, average 4.90 out of 5) Cuma, 09 Ekim 2009 23:36
.Tags: Durum AnaliziGzftGzft AnaliziPaydaşPaydaş AnaliziSwotSwot Analizi
Durum analizi kapsamında kullanılacak temel yöntem GZFT (Güçlü Yönler, Zayıf Yönler, Fırsatlar ve Tehditler) Analizidir (Şekil 2). Genel anlamda GZFT, kuruluşun çevresi ile etkileşim içinde sistematik olarak incelendiği bir yöntemdir. Bu kapsamda kuruluşun içsel olarak güçlü ve zayıf yönleri ile dışsal etkenlerden kaynaklanan fırsatlar ve tehditler belirlenir. Bu yaklaşım, planlama yapılırken kuruluşun güçlü ve zayıf yönleri ile, karşı karşıya olduğu fırsat ve tehditleri analiz etmeyi ve geleceğe dönük stratejiler geliştirmeyi ifade eder.
Kuruluşun kontrol edebildiği etkenler ile kontrolü dışında olan ve belirsizlik oluşturan etkenlerin analizi, planlama sürecinin önemli bir parçasını oluşturur. Durum analizi, ayrıca, plandan etkilenen tarafların analizi ve kritik sorunların belirlenmesi gibi konuları kapsar. Durum analizi stratejik planlama sürecinin diğer aşamalarına temel teşkil eder.
Şekil 1: Durum Analizi
Plan ve Programlar
Paydaş Analizi DURUM ANALİZİ Neredeyiz?
SWOT Analizi
Stratejik planlama sürecinin ilk adımı olan durum analizi, kuruluşun “neredeyiz?” sorusuna cevap verir. Kuruluşun geleceğe yönelik amaç, hedef ve stratejiler geliştirebilmesi için öncelikle, mevcut durumda hangi kaynaklara sahip olduğunu ya da hangi yönlerinin eksik olduğunu, kuruluşun kontrolü dışındaki olumlu ya da olumsuz gelişmeleri değerlendirmesi gerekir. Dolayısıyla bu analiz, kuruluşun kendisini ve çevresini daha iyi tanımasına yardımcı olarak stratejik planın sonraki aşamalarından daha sağlıklı sonuçlar elde edilmesini sağlayacaktır.
Durum analizinde kuruluşun yasal yükümlülükleri çerçevesinde yürüttüğü faaliyetler ve sunduğu hizmetler ortaya konulur. Kuruluşun, kalkınma planları, sektörel ve bölgesel plan ve programlar ile kuruluş kanunundan kaynaklanan yetki, görev ve sorumlulukları ifade edilir. Kuruluş tarafından sunulan hizmetlerin genel hedef ve politikalara uygunluğu, hizmet sunum süreçleri ve hizmet kalitesi, bu alanda benimsenen genel stratejiler, kuruluşun hangi kurum ve kuruluşlarla koordinasyon içinde çalıştığı/çalışması gerektiği gibi hususlar değerlendirilir.
Kuruluşun faaliyet gösterdiği alanlarda ülkemizde ve dünyadaki genel eğilimler tartışılır. Durum analizi kapsamında genel olarak aşağıdaki değerlendirmeler yapılır:
· Tarihi gelişim
· Kuruluşun yasal yükümlülükleri ve mevzuat analizi
· Kuruluşun faaliyet alanları ile ürün ve hizmetlerinin belirlenmesi
· Paydaş analizi (kuruluşun hedef kitlesi ve kuruluş faaliyetlerinden olumlu/olumsuz yönde etkilenenlerin, ilgili tarafların analizi)
· Kuruluş içi analiz (kuruluşun yapısının, insan kaynaklarının, mali kaynaklarının, kurumsal kültürünün, teknolojik düzeyinin vb. analizi)
· Çevre analizi (kuruluşun faaliyet gösterdiği ortamın ve dış koşulların analizi).
Şekil 2: GZFT Analizinde Temel Başlıklar
1.1. Tarihi Gelişim
Kuruluşun hangi tarihte hangi amaçlara hizmet etmek için kurulduğu, bugüne kadar geçirdiği kritik aşamalar, önemli yapısal dönüşümler analitik bir bakış açısıyla değerlendirilir.
1.2. Yasal Yükümlülükler Ve Mevzuat Analizi
Bu aşamada kuruluşun mevzuattan kaynaklanan yükümlülüklerinin tespiti yapılır. Kuruluşa görev ve sorumluluklar yükleyen, kuruluşun faaliyet alanını düzenleyen mevzuat gözden geçirilerek yasal yükümlülükler listesi oluşturulur. Yasal yükümlülükler ve mevzuat analizinin çıktıları daha sonraki aşamada kuruluşun faaliyet alanlarının belirlenmesine ve kuruluşun misyonunun oluşturulmasına katkı sağlar.
Yasal Yükümlülükler ve Mevzuat Analizi Aşamasında Cevaplandırılması Gereken Temel Sorular:
Yasal yükümlülükler açısından bakıldığında kuruluş tarafından üretilen mal ve hizmetlerin kapsamı nedir? Bunlardan faydalananlar kimlerdir?
Kuruluş tarafından sunulan hizmetlerin nitelik ve niceliğine ilişkin ne gibi hükümler vardır?
Kuruluşun organizasyonuna, çalışma usullerine ve iş süreçlerine ilişkin hangi düzenlemeler bulunmaktadır?
Kuruluşun diğer kamu ve özel sektör kuruluşları ile ilişkilerini düzenleyen hükümler nelerdir?
Kuruluşun (varsa) mevcut misyonu yasal yükümlülüklerini içermekte midir?
Yasal yükümlülükler ile kuruluşun yürütmekte olduğu program ve faaliyetler arasındaki bağlantı nedir? (Tüm yükümlülüklere karşılık gelen program-faaliyet bulunmakta mıdır? Yürütülen tüm program-faaliyetlerin yükümlülükler listesinde bir karşılığı var mıdır?)
1.3. Faaliyet Alanları İle Ürün ve Hizmetlerin Belirlenmesi
Yasal yükümlülükler ve mevzuat analizi gerçekleştirildikten sonra, bu analizin çıktılarından da yararlanılarak kuruluşun ürettiği temel ürün ve hizmetler belirlenir. Daha sonra, belirlenen ürün ve hizmetler Tablo 1’de gösterildiği gibi belirli faaliyet alanları altında toplulaştırılabilir.
Tablo 1: Faaliyet Alanı – Ürün/Hizmet Listesi
Faaliyet Alanı – Ürün / Hizmet
FAALİYET ALANI 1
Ürün / Hizmet 1
Ürün / Hizmet 2
Ürün / Hizmet 3
…
FAALİYET ALANI 2
Ürün / Hizmet 1
Ürün / Hizmet 2
…
Belirlenen ürün ve hizmetlerin birbirleriyle olan ilişkileri gözetilerek belirli faaliyet alanları altında toplulaştırılması, kuruluşun organizasyon şemasının ve faaliyetlerinin bütününün gözden geçirilmesi açısından faydalı bir çalışmadır.
Belirlenen faaliyet alanları, stratejik planlama sürecinin daha sonraki aşamalarında dikkate alınır. Ayrıca, paydaşların görüş ve önerileri alınırken, bu aşamada belirlenen faaliyet alanları bazında çalışmalar yürütülebilir.
1.4. Paydaş Analizi
Katılımcılık stratejik planlamanın temel unsurlarından biridir. Kuruluşun etkileşim içinde olduğu tarafların görüşlerinin dikkate alınması stratejik planın sahiplenilmesini sağlayarak uygulama şansını artıracaktır. Diğer yandan, kamu hizmetlerinin yararlanıcı ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilebilmesi için yararlanıcıların taleplerinin bilinmesi gerekir. Bu nedenle durum analizi kapsamında paydaş analizinin yapılması önem arz etmektedir.
Paydaşlar, kuruluşun ürün ve hizmetleri ile ilgisi olan, kuruluştan doğrudan veya dolaylı, olumlu yada olumsuz yönde etkilenen veya kuruluşu etkileyen kişi, grup veya kurumlardır. Paydaşlar, iç ve dış paydaşlar ile yararlanıcılar/müşteriler olarak sınıflandırılabilir.
İç Paydaşlar: Kuruluştan etkilenen veya kuruluşu etkileyen kuruluş içindeki kişi, grup veya (varsa) ilgili/bağlı kuruluşlardır. Kuruluşun çalışanları, yöneticileri ve kuruluşun bağlı olduğu bakan, iç paydaşlara örnek olarak verilebilir.
Dış Paydaşlar: Kuruluştan etkilenen veya kuruluşu etkileyen kuruluş dışındaki kişi, grup veya kurumlardır. Kuruluş faaliyetleriyle ilişkisi olan diğer kamu ve özel sektör kuruluşları, kuruluşa girdi sağlayanlar, sendikalar, ilgili sektör birlikleri dış paydaşlara örnek olarak verilebilir.
Müşteriler (Yararlanıcılar): Kuruluşun ürettiği ürün ve hizmetleri alan, kullanan veya bunlardan yararlanan kişi, grup veya kurumlardır. Müşteriler dış paydaşların alt kümesidir.
Paydaş analizi ile;
planlama sürecinin ilk aşamalarında paydaşlarla etkili bir iletişim kurularak bu kesimlerin ilgi ve katkısının sağlanması,
paydaşların görüş ve beklentilerinin tespit edilmesi,
kuruluşun faaliyetlerinin etkin bir şekilde gerçekleştirilmesine engel oluşturabilecek unsurların saptanması ve bunların giderilmesi için stratejiler oluşturulması,
paydaşların birbirleriyle olan ilişkilerinin ve olası çıkar çatışmalarının tespit edilmesi,
paydaşların kuruluş hakkındaki görüşlerinin alınmasıyla kuruluşun güçlü ve zayıf yönleri hakkında fikir edinilmesi,
paydaşların hangi aşamada katkı sağlayacağının tespit edilmesi,
paydaşların görüş, öneri ve beklentilerinin stratejik planlama sürecine dahil edilmesiyle planın bu kesimlerce sahiplenilmesi ve planın uygulanma şansının artması amaçlanır.
Paydaş analizi aşağıda yer alan aşamalardan oluşur:
Paydaşların tespiti
Paydaşların önceliklendirilmesi
Paydaşların değerlendirilmesi
Görüş ve önerilerinin alınması ve değerlendirilmesi
Paydaşların Tespiti
Paydaş analizinin ilk aşamasında kuruluşun paydaşlarının kimler olduğu belirlenir. Kuruluşun paydaşlarının tespit edilmesi için aşağıdaki sorular sorulabilir:
Kuruluşun faaliyetleri/hizmetleri ile ilgisi olanlar kimlerdir?
Kuruluşun faaliyetlerini/hizmetlerini yönlendirenler kimlerdir?
Kuruluşun faaliyetlerini/hizmetlerini kullananlar kimlerdir?
Kuruluşun faaliyetlerinden/hizmetlerinden etkilenenler kimlerdir?
Kuruluşun faaliyetlerini/hizmetlerini etkileyenler kimlerdir?
Kuruluşun paydaşları ayrıntılı olarak ifade edilmelidir. Ayrıca, bir paydaşta farklı özellik, beklenti ve öneme sahip alt gruplar mevcutsa; paydaşlar bu alt gruplar bazında belirtilmelidir. Örneğin bir iç paydaş olarak kuruluş çalışanları yerine gerekirse memurlar ve mühendisler ayrı paydaş grupları olarak tanımlanabilir. Paydaşların alt gruplara bölünmesi, gözden kaçabilecek önemli grupların tespit edilmesi açısından faydalı olabilecektir.
Paydaşlar belirlendikten sonra, neden paydaş oldukları sorusu cevaplanır. Bu değerlendirme paydaşların kuruluşla olan ilişkilerinin belirlenmesi açısından önemlidir. Bir sonraki aşamada paydaşlar; iç paydaşlar, dış paydaşlar ve müşteriler olarak sınıflandırılır. Bu sınıflandırma, farklı paydaş grupları arasındaki ilişkilerin doğru kurulabilmesini ve kuruluşun faaliyet gösterdiği çevrenin tanımlanabilmesini sağlar.
Paydaşların Önceliklendirilmesi
Belirlenen paydaşlar tümü ile etkili bir iletişim kurulmasını imkansız kılacak sayıda olabilir. Bu nedenle paydaş görüşlerinin alınmasında ve plana yansıtılmasında etkinlik sağlamak üzere belirlenen paydaşların önceliklendirilmesi gerekir. Paydaşların önceliklendirilmesinde dikkate alınacak hususlar; paydaşın kuruluşun faaliyetlerini etkileme gücü ile kuruluşun faaliyetlerinden etkilenme derecesidir. Paydaşların önceliklendirilmesinde Tablo 2’den yararlanılabilir.
Tablo 2: Paydaş Listesi
Paydaş Adı
İç Paydaş /
Dış Paydaş / Müşteri
Neden Paydaş
Önceliği
Paydaşların Değerlendirilmesi
Önceliklendirilen paydaşlar bu aşamada kapsamlı olarak değerlendirilir. Paydaşlar değerlendirilirken cevap aranabilecek sorular şunlardır:
Paydaş, kuruluşun hangi faaliyeti/hizmeti ile ilgilidir?
Paydaşın kuruluştan beklentileri nelerdir?
Paydaş, kuruluşun faaliyetlerini/hizmetlerini ne şekilde etkilemektedir? (olumlu-olumsuz)
Paydaşın kuruluşu etkileme gücü nedir?
Paydaş, kuruluşun faaliyetlerinden/hizmetlerinden ne şekilde etkilenmektedir? (olumlu-olumsuz)
Paydaş analizi kapsamında, kuruluşun sunduğu ürün/hizmetlerle bunlardan yararlananlar ilişkilendirilir. Böylece, hangi ürün/hizmetlerden kimlerin yararlandığı açık bir biçimde ortaya konulur. Tablo 3, yararlanıcıların ilgili olduğu ürün/hizmetleri bir arada görebilmek ve her bir ürün/hizmetin hangi yararlanıcıları ilgilendirdiğini görselleştirebilmek için faydalı bir araçtır.
Tablo 3: Paydaş-Ürün/Hizmet Matrisi
Faaliyet Alanı 1
Faaliyet Alanı 2
Ü/H 1
Ü/H 2
Ü/H 3
Ü/H 4
Ü/H 1
Ü/H 2
Ü/H 3
Paydaş 1
X
X
Paydaş 2
X
Paydaş 3
X
X
X
X
Paydaş 4
X
X
…
Ü : Ürün
H : Hizmet
Öncelikli paydaşlarla gerçekleştirilecek çalışmaların niteliğinin belirlenmesi için Şekil 3’de gösterilen Etki/Önem Matrisinden yararlanılabilir. Bu matriste etki, paydaşın kuruluşun faaliyet ve hizmetlerini yönlendirme, destekleme veya olumsuz etkileme gücünü, önem ise kuruluşun paydaşın beklenti ve taleplerinin karşılanması konusuna verdiği önceliği ifade eder.
Şekil 3: Paydaş Etki/Önem Matrisi
Etki
Önem
Zayıf
Güçlü
Önemsiz
İzle
Bilgilendir
Önemli
Çıkarlarını Gözet
Birlikte Çalış
Paydaş Görüşlerinin Alınması ve Değerlendirilmesi
Öncelikli paydaşların kuruluş hakkındaki görüş ve önerilerinin alınarak stratejik plana yansıtılması bir program dahilinde yürütülür. Bu program aşağıdaki hususlar çerçevesinde oluşturulur:
Görüş ve öneriler hangi yöntemle alınacak?
lgili paydaş itibarıyla hangi kişi ya da birimlerin görüşü alınacak?
Çalışmanın sorumluları kimler olacak?
Görüş ve önerilerin alınması ne zaman ve hangi sürede gerçekleştirilecek?
Alınan görüş ve öneriler ne zaman, nasıl ve kimler tarafından raporlanacak ve değerlendirilecek?
Paydaş görüşleri alınırken;
mülakat,
anket uygulaması,
atölye çalışması,
toplantı,
gibi yöntemlerden biri veya birkaçından faydalanılabilir. Hangi yöntemin uygulanacağına arar verilirken görüşülecek kişi sayısı, paydaşın erişilebilirliği, paydaşın önemi ve etkisi gibi etkenler göz önüne alınır. Örneğin, kuruluş üzerindeki etkisi güçlü olan paydaşlarla yüz yüze görüşme yapılması, bu kesimlerle olan iletişimin güçlendirilmesinde etkili olabilecektir. Görüşülecek kişi sayısının yüksek olduğu durumlarda ise anket uygulanması daha uygun olabilir.
Paydaşların görüşleri alınırken temel olarak şu sorulara cevap aranır:
Kuruluşun hangi faaliyetleri ve hizmetleri sizin için önemlidir?
Kuruluşun olumlu bulduğunuz yönleri nelerdir?
Kuruluşun geliştirilmesi gereken yönleri nelerdir?
Kuruluştan beklentileriniz nelerdir?
Paydaşlara ve gerçekleştirilecek çalışmanın yöntemine göre yukarıdaki sorular farklılaştırılabilir ve çeşitlendirilebilir.
Devamı: http://www.yenimakale.com/durum-analizi.html#ixzz1hJ88Z6Lv
Umut Geloğlu tarafından yazıldı.2256
12345(10 votes, average 4.90 out of 5) Cuma, 09 Ekim 2009 23:36
.Tags: Durum AnaliziGzftGzft AnaliziPaydaşPaydaş AnaliziSwotSwot Analizi
Durum analizi kapsamında kullanılacak temel yöntem GZFT (Güçlü Yönler, Zayıf Yönler, Fırsatlar ve Tehditler) Analizidir (Şekil 2). Genel anlamda GZFT, kuruluşun çevresi ile etkileşim içinde sistematik olarak incelendiği bir yöntemdir. Bu kapsamda kuruluşun içsel olarak güçlü ve zayıf yönleri ile dışsal etkenlerden kaynaklanan fırsatlar ve tehditler belirlenir. Bu yaklaşım, planlama yapılırken kuruluşun güçlü ve zayıf yönleri ile, karşı karşıya olduğu fırsat ve tehditleri analiz etmeyi ve geleceğe dönük stratejiler geliştirmeyi ifade eder.
Kuruluşun kontrol edebildiği etkenler ile kontrolü dışında olan ve belirsizlik oluşturan etkenlerin analizi, planlama sürecinin önemli bir parçasını oluşturur. Durum analizi, ayrıca, plandan etkilenen tarafların analizi ve kritik sorunların belirlenmesi gibi konuları kapsar. Durum analizi stratejik planlama sürecinin diğer aşamalarına temel teşkil eder.
Şekil 1: Durum Analizi
Plan ve Programlar
Paydaş Analizi DURUM ANALİZİ Neredeyiz?
SWOT Analizi
Stratejik planlama sürecinin ilk adımı olan durum analizi, kuruluşun “neredeyiz?” sorusuna cevap verir. Kuruluşun geleceğe yönelik amaç, hedef ve stratejiler geliştirebilmesi için öncelikle, mevcut durumda hangi kaynaklara sahip olduğunu ya da hangi yönlerinin eksik olduğunu, kuruluşun kontrolü dışındaki olumlu ya da olumsuz gelişmeleri değerlendirmesi gerekir. Dolayısıyla bu analiz, kuruluşun kendisini ve çevresini daha iyi tanımasına yardımcı olarak stratejik planın sonraki aşamalarından daha sağlıklı sonuçlar elde edilmesini sağlayacaktır.
Durum analizinde kuruluşun yasal yükümlülükleri çerçevesinde yürüttüğü faaliyetler ve sunduğu hizmetler ortaya konulur. Kuruluşun, kalkınma planları, sektörel ve bölgesel plan ve programlar ile kuruluş kanunundan kaynaklanan yetki, görev ve sorumlulukları ifade edilir. Kuruluş tarafından sunulan hizmetlerin genel hedef ve politikalara uygunluğu, hizmet sunum süreçleri ve hizmet kalitesi, bu alanda benimsenen genel stratejiler, kuruluşun hangi kurum ve kuruluşlarla koordinasyon içinde çalıştığı/çalışması gerektiği gibi hususlar değerlendirilir.
Kuruluşun faaliyet gösterdiği alanlarda ülkemizde ve dünyadaki genel eğilimler tartışılır. Durum analizi kapsamında genel olarak aşağıdaki değerlendirmeler yapılır:
· Tarihi gelişim
· Kuruluşun yasal yükümlülükleri ve mevzuat analizi
· Kuruluşun faaliyet alanları ile ürün ve hizmetlerinin belirlenmesi
· Paydaş analizi (kuruluşun hedef kitlesi ve kuruluş faaliyetlerinden olumlu/olumsuz yönde etkilenenlerin, ilgili tarafların analizi)
· Kuruluş içi analiz (kuruluşun yapısının, insan kaynaklarının, mali kaynaklarının, kurumsal kültürünün, teknolojik düzeyinin vb. analizi)
· Çevre analizi (kuruluşun faaliyet gösterdiği ortamın ve dış koşulların analizi).
Şekil 2: GZFT Analizinde Temel Başlıklar
1.1. Tarihi Gelişim
Kuruluşun hangi tarihte hangi amaçlara hizmet etmek için kurulduğu, bugüne kadar geçirdiği kritik aşamalar, önemli yapısal dönüşümler analitik bir bakış açısıyla değerlendirilir.
1.2. Yasal Yükümlülükler Ve Mevzuat Analizi
Bu aşamada kuruluşun mevzuattan kaynaklanan yükümlülüklerinin tespiti yapılır. Kuruluşa görev ve sorumluluklar yükleyen, kuruluşun faaliyet alanını düzenleyen mevzuat gözden geçirilerek yasal yükümlülükler listesi oluşturulur. Yasal yükümlülükler ve mevzuat analizinin çıktıları daha sonraki aşamada kuruluşun faaliyet alanlarının belirlenmesine ve kuruluşun misyonunun oluşturulmasına katkı sağlar.
Yasal Yükümlülükler ve Mevzuat Analizi Aşamasında Cevaplandırılması Gereken Temel Sorular:
Yasal yükümlülükler açısından bakıldığında kuruluş tarafından üretilen mal ve hizmetlerin kapsamı nedir? Bunlardan faydalananlar kimlerdir?
Kuruluş tarafından sunulan hizmetlerin nitelik ve niceliğine ilişkin ne gibi hükümler vardır?
Kuruluşun organizasyonuna, çalışma usullerine ve iş süreçlerine ilişkin hangi düzenlemeler bulunmaktadır?
Kuruluşun diğer kamu ve özel sektör kuruluşları ile ilişkilerini düzenleyen hükümler nelerdir?
Kuruluşun (varsa) mevcut misyonu yasal yükümlülüklerini içermekte midir?
Yasal yükümlülükler ile kuruluşun yürütmekte olduğu program ve faaliyetler arasındaki bağlantı nedir? (Tüm yükümlülüklere karşılık gelen program-faaliyet bulunmakta mıdır? Yürütülen tüm program-faaliyetlerin yükümlülükler listesinde bir karşılığı var mıdır?)
1.3. Faaliyet Alanları İle Ürün ve Hizmetlerin Belirlenmesi
Yasal yükümlülükler ve mevzuat analizi gerçekleştirildikten sonra, bu analizin çıktılarından da yararlanılarak kuruluşun ürettiği temel ürün ve hizmetler belirlenir. Daha sonra, belirlenen ürün ve hizmetler Tablo 1’de gösterildiği gibi belirli faaliyet alanları altında toplulaştırılabilir.
Tablo 1: Faaliyet Alanı – Ürün/Hizmet Listesi
Faaliyet Alanı – Ürün / Hizmet
FAALİYET ALANI 1
Ürün / Hizmet 1
Ürün / Hizmet 2
Ürün / Hizmet 3
…
FAALİYET ALANI 2
Ürün / Hizmet 1
Ürün / Hizmet 2
…
Belirlenen ürün ve hizmetlerin birbirleriyle olan ilişkileri gözetilerek belirli faaliyet alanları altında toplulaştırılması, kuruluşun organizasyon şemasının ve faaliyetlerinin bütününün gözden geçirilmesi açısından faydalı bir çalışmadır.
Belirlenen faaliyet alanları, stratejik planlama sürecinin daha sonraki aşamalarında dikkate alınır. Ayrıca, paydaşların görüş ve önerileri alınırken, bu aşamada belirlenen faaliyet alanları bazında çalışmalar yürütülebilir.
1.4. Paydaş Analizi
Katılımcılık stratejik planlamanın temel unsurlarından biridir. Kuruluşun etkileşim içinde olduğu tarafların görüşlerinin dikkate alınması stratejik planın sahiplenilmesini sağlayarak uygulama şansını artıracaktır. Diğer yandan, kamu hizmetlerinin yararlanıcı ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilebilmesi için yararlanıcıların taleplerinin bilinmesi gerekir. Bu nedenle durum analizi kapsamında paydaş analizinin yapılması önem arz etmektedir.
Paydaşlar, kuruluşun ürün ve hizmetleri ile ilgisi olan, kuruluştan doğrudan veya dolaylı, olumlu yada olumsuz yönde etkilenen veya kuruluşu etkileyen kişi, grup veya kurumlardır. Paydaşlar, iç ve dış paydaşlar ile yararlanıcılar/müşteriler olarak sınıflandırılabilir.
İç Paydaşlar: Kuruluştan etkilenen veya kuruluşu etkileyen kuruluş içindeki kişi, grup veya (varsa) ilgili/bağlı kuruluşlardır. Kuruluşun çalışanları, yöneticileri ve kuruluşun bağlı olduğu bakan, iç paydaşlara örnek olarak verilebilir.
Dış Paydaşlar: Kuruluştan etkilenen veya kuruluşu etkileyen kuruluş dışındaki kişi, grup veya kurumlardır. Kuruluş faaliyetleriyle ilişkisi olan diğer kamu ve özel sektör kuruluşları, kuruluşa girdi sağlayanlar, sendikalar, ilgili sektör birlikleri dış paydaşlara örnek olarak verilebilir.
Müşteriler (Yararlanıcılar): Kuruluşun ürettiği ürün ve hizmetleri alan, kullanan veya bunlardan yararlanan kişi, grup veya kurumlardır. Müşteriler dış paydaşların alt kümesidir.
Paydaş analizi ile;
planlama sürecinin ilk aşamalarında paydaşlarla etkili bir iletişim kurularak bu kesimlerin ilgi ve katkısının sağlanması,
paydaşların görüş ve beklentilerinin tespit edilmesi,
kuruluşun faaliyetlerinin etkin bir şekilde gerçekleştirilmesine engel oluşturabilecek unsurların saptanması ve bunların giderilmesi için stratejiler oluşturulması,
paydaşların birbirleriyle olan ilişkilerinin ve olası çıkar çatışmalarının tespit edilmesi,
paydaşların kuruluş hakkındaki görüşlerinin alınmasıyla kuruluşun güçlü ve zayıf yönleri hakkında fikir edinilmesi,
paydaşların hangi aşamada katkı sağlayacağının tespit edilmesi,
paydaşların görüş, öneri ve beklentilerinin stratejik planlama sürecine dahil edilmesiyle planın bu kesimlerce sahiplenilmesi ve planın uygulanma şansının artması amaçlanır.
Paydaş analizi aşağıda yer alan aşamalardan oluşur:
Paydaşların tespiti
Paydaşların önceliklendirilmesi
Paydaşların değerlendirilmesi
Görüş ve önerilerinin alınması ve değerlendirilmesi
Paydaşların Tespiti
Paydaş analizinin ilk aşamasında kuruluşun paydaşlarının kimler olduğu belirlenir. Kuruluşun paydaşlarının tespit edilmesi için aşağıdaki sorular sorulabilir:
Kuruluşun faaliyetleri/hizmetleri ile ilgisi olanlar kimlerdir?
Kuruluşun faaliyetlerini/hizmetlerini yönlendirenler kimlerdir?
Kuruluşun faaliyetlerini/hizmetlerini kullananlar kimlerdir?
Kuruluşun faaliyetlerinden/hizmetlerinden etkilenenler kimlerdir?
Kuruluşun faaliyetlerini/hizmetlerini etkileyenler kimlerdir?
Kuruluşun paydaşları ayrıntılı olarak ifade edilmelidir. Ayrıca, bir paydaşta farklı özellik, beklenti ve öneme sahip alt gruplar mevcutsa; paydaşlar bu alt gruplar bazında belirtilmelidir. Örneğin bir iç paydaş olarak kuruluş çalışanları yerine gerekirse memurlar ve mühendisler ayrı paydaş grupları olarak tanımlanabilir. Paydaşların alt gruplara bölünmesi, gözden kaçabilecek önemli grupların tespit edilmesi açısından faydalı olabilecektir.
Paydaşlar belirlendikten sonra, neden paydaş oldukları sorusu cevaplanır. Bu değerlendirme paydaşların kuruluşla olan ilişkilerinin belirlenmesi açısından önemlidir. Bir sonraki aşamada paydaşlar; iç paydaşlar, dış paydaşlar ve müşteriler olarak sınıflandırılır. Bu sınıflandırma, farklı paydaş grupları arasındaki ilişkilerin doğru kurulabilmesini ve kuruluşun faaliyet gösterdiği çevrenin tanımlanabilmesini sağlar.
Paydaşların Önceliklendirilmesi
Belirlenen paydaşlar tümü ile etkili bir iletişim kurulmasını imkansız kılacak sayıda olabilir. Bu nedenle paydaş görüşlerinin alınmasında ve plana yansıtılmasında etkinlik sağlamak üzere belirlenen paydaşların önceliklendirilmesi gerekir. Paydaşların önceliklendirilmesinde dikkate alınacak hususlar; paydaşın kuruluşun faaliyetlerini etkileme gücü ile kuruluşun faaliyetlerinden etkilenme derecesidir. Paydaşların önceliklendirilmesinde Tablo 2’den yararlanılabilir.
Tablo 2: Paydaş Listesi
Paydaş Adı
İç Paydaş /
Dış Paydaş / Müşteri
Neden Paydaş
Önceliği
Paydaşların Değerlendirilmesi
Önceliklendirilen paydaşlar bu aşamada kapsamlı olarak değerlendirilir. Paydaşlar değerlendirilirken cevap aranabilecek sorular şunlardır:
Paydaş, kuruluşun hangi faaliyeti/hizmeti ile ilgilidir?
Paydaşın kuruluştan beklentileri nelerdir?
Paydaş, kuruluşun faaliyetlerini/hizmetlerini ne şekilde etkilemektedir? (olumlu-olumsuz)
Paydaşın kuruluşu etkileme gücü nedir?
Paydaş, kuruluşun faaliyetlerinden/hizmetlerinden ne şekilde etkilenmektedir? (olumlu-olumsuz)
Paydaş analizi kapsamında, kuruluşun sunduğu ürün/hizmetlerle bunlardan yararlananlar ilişkilendirilir. Böylece, hangi ürün/hizmetlerden kimlerin yararlandığı açık bir biçimde ortaya konulur. Tablo 3, yararlanıcıların ilgili olduğu ürün/hizmetleri bir arada görebilmek ve her bir ürün/hizmetin hangi yararlanıcıları ilgilendirdiğini görselleştirebilmek için faydalı bir araçtır.
Tablo 3: Paydaş-Ürün/Hizmet Matrisi
Faaliyet Alanı 1
Faaliyet Alanı 2
Ü/H 1
Ü/H 2
Ü/H 3
Ü/H 4
Ü/H 1
Ü/H 2
Ü/H 3
Paydaş 1
X
X
Paydaş 2
X
Paydaş 3
X
X
X
X
Paydaş 4
X
X
…
Ü : Ürün
H : Hizmet
Öncelikli paydaşlarla gerçekleştirilecek çalışmaların niteliğinin belirlenmesi için Şekil 3’de gösterilen Etki/Önem Matrisinden yararlanılabilir. Bu matriste etki, paydaşın kuruluşun faaliyet ve hizmetlerini yönlendirme, destekleme veya olumsuz etkileme gücünü, önem ise kuruluşun paydaşın beklenti ve taleplerinin karşılanması konusuna verdiği önceliği ifade eder.
Şekil 3: Paydaş Etki/Önem Matrisi
Etki
Önem
Zayıf
Güçlü
Önemsiz
İzle
Bilgilendir
Önemli
Çıkarlarını Gözet
Birlikte Çalış
Paydaş Görüşlerinin Alınması ve Değerlendirilmesi
Öncelikli paydaşların kuruluş hakkındaki görüş ve önerilerinin alınarak stratejik plana yansıtılması bir program dahilinde yürütülür. Bu program aşağıdaki hususlar çerçevesinde oluşturulur:
Görüş ve öneriler hangi yöntemle alınacak?
lgili paydaş itibarıyla hangi kişi ya da birimlerin görüşü alınacak?
Çalışmanın sorumluları kimler olacak?
Görüş ve önerilerin alınması ne zaman ve hangi sürede gerçekleştirilecek?
Alınan görüş ve öneriler ne zaman, nasıl ve kimler tarafından raporlanacak ve değerlendirilecek?
Paydaş görüşleri alınırken;
mülakat,
anket uygulaması,
atölye çalışması,
toplantı,
gibi yöntemlerden biri veya birkaçından faydalanılabilir. Hangi yöntemin uygulanacağına arar verilirken görüşülecek kişi sayısı, paydaşın erişilebilirliği, paydaşın önemi ve etkisi gibi etkenler göz önüne alınır. Örneğin, kuruluş üzerindeki etkisi güçlü olan paydaşlarla yüz yüze görüşme yapılması, bu kesimlerle olan iletişimin güçlendirilmesinde etkili olabilecektir. Görüşülecek kişi sayısının yüksek olduğu durumlarda ise anket uygulanması daha uygun olabilir.
Paydaşların görüşleri alınırken temel olarak şu sorulara cevap aranır:
Kuruluşun hangi faaliyetleri ve hizmetleri sizin için önemlidir?
Kuruluşun olumlu bulduğunuz yönleri nelerdir?
Kuruluşun geliştirilmesi gereken yönleri nelerdir?
Kuruluştan beklentileriniz nelerdir?
Paydaşlara ve gerçekleştirilecek çalışmanın yöntemine göre yukarıdaki sorular farklılaştırılabilir ve çeşitlendirilebilir.
Devamı: http://www.yenimakale.com/durum-analizi.html#ixzz1hJ88Z6Lv
GZTF analizi
Kuruluş içi analiz ve çevre analizinde kullanılabilecek temel yöntemlerden birisi SWOT1 (Güçlü Yönler, Zayıf Yönler, Fırsatlar ve Tehditler) analizidir. Genel anlamda SWOT, kuruluşun kendisinin ve kuruluşu etkileyen koşulların sistematik olarak incelendiği bir yöntemdir. Bu kapsamda, kuruluşun güçlü ve zayıf yönleri ile kuruluş dışında oluşabilecek fırsatlar ve tehditler belirlenir. Bu analiz stratejik planlama sürecinin diğer aşamalarına temel teşkil eder.
14 Aralık 2011 Çarşamba
13.12.2011 toplantısı( Ahmet, Birben, Esra, Ayten, Fadime Hanım)
• Tülin Hoca’nın başkanlığındaki araştırma projesinin konusu; Bursa için Yönetim Planı Modeli; proje başlamışken başvuru dosyası işinin ihale edildiği ve işi Giora’nın aldığı duyulmuş….
• Eski Kente Yeni Adet vb tüm belgeseller toplanacak. Belgeselleri çeken şirketlerin ya da çektirenlerin iletişim bilgilerine ulaşılacak.
• Belediye yayınlarına ulaşılması için harekete geçilecek. Funda Hanım daha önce yazıyla istemiş ama Alan Başkanlığı olarak tekrar isteyebiliriz. Hatta öncelikle Belediye birimlerinin ve şirketlerinin daha sonra diğer kurumların bizi tanıması için bir yazı çıkartılmasını düşünebiliriz.
• Bursa Kaynakçası’nın dijitali bulunacak(Ayten); Hanlar ve Cumalıkızık kaynakların içinden taranacak.(Ahmet Bey)
• Bursa’nın fethedilmesinin gerekçesi; fethedilmesi ile birlikte Bursa ve çevresinde kurulan ekonomik sistemin İmparatorluk içindeki rolü(İstanbul’un arka bahçesi). Cumalıkızık ile Hanlar Bölgesi arasındaki ilişkinin varlığı ile rolün devamlılığı ve her iki bölgenin de bugünde ayakta olması.
• Giora’nın bahsettiği gibi vakıf sistemi burada oluşmadı ama ilişki vakıf sistemi her iki bölgeninde bugün görünür fiziksel yapılar olarak ayakta kalmasından da anlaşılabileceği gibi başarılı bir örneği…Yani vakfın yapısını oluşturmuyor ama olgusunu güçlendiriyor ilişki…
• Kızık Şeması ve Nilüfer hatun Hikayesi kaynaklarıyla toplanacak….(Esra)
• Eski Kente Yeni Adet vb tüm belgeseller toplanacak. Belgeselleri çeken şirketlerin ya da çektirenlerin iletişim bilgilerine ulaşılacak.
• Belediye yayınlarına ulaşılması için harekete geçilecek. Funda Hanım daha önce yazıyla istemiş ama Alan Başkanlığı olarak tekrar isteyebiliriz. Hatta öncelikle Belediye birimlerinin ve şirketlerinin daha sonra diğer kurumların bizi tanıması için bir yazı çıkartılmasını düşünebiliriz.
• Bursa Kaynakçası’nın dijitali bulunacak(Ayten); Hanlar ve Cumalıkızık kaynakların içinden taranacak.(Ahmet Bey)
• Bursa’nın fethedilmesinin gerekçesi; fethedilmesi ile birlikte Bursa ve çevresinde kurulan ekonomik sistemin İmparatorluk içindeki rolü(İstanbul’un arka bahçesi). Cumalıkızık ile Hanlar Bölgesi arasındaki ilişkinin varlığı ile rolün devamlılığı ve her iki bölgenin de bugünde ayakta olması.
• Giora’nın bahsettiği gibi vakıf sistemi burada oluşmadı ama ilişki vakıf sistemi her iki bölgeninde bugün görünür fiziksel yapılar olarak ayakta kalmasından da anlaşılabileceği gibi başarılı bir örneği…Yani vakfın yapısını oluşturmuyor ama olgusunu güçlendiriyor ilişki…
• Kızık Şeması ve Nilüfer hatun Hikayesi kaynaklarıyla toplanacak….(Esra)
12.12.2011 toplantısı(Ahmet, Birben, Esra, Ayten, Fadime Hanım, Tülin Hoca; Kübra Hanım ve Nalan Hanım)

• Öğrencilerin analiz çalışmaları ve Erkan Hoca ile birlikte yapılan envanter çalışmasından bahsetti. Envanter çalışması ile hangi handa kim, kaç yıldır ikamet ediyor belirlenebilecek, sektörler belirlenebilecek. Yalnız anket çalışmasının %5 yanılma payına izin var. Doğru sonuçlar elde edebilmek için esnafın %95’inin ankete katılmasının sağlanması şart. Bu sebeple Belediye yetkililerinin esnafa çağrıda bulunmasını rica ediyor Tülin Hoca. Kübra Hanım Başkan imzalı bir yazı çıkarılıp, esnafa dağıtılabilir dedi. Birben ve ben de periyodik kahvaltılarda dile getirilebilir dedik. Genel olarak esnafım Alan Başkanlığı çalışmalarına desteğini vermesini sağlamak için biran önce tanıtım toplantısı yapılması gerekiyor.
• Kübra Hanım; Birliğin kanun tasarısını meclise sunduğundan bahsetti. Vali Yardımcısı Mustafa Karslıoğlu Birliğe bu konuda destek olmuş…
• Tülin Hoca genel olarak esnafın ticari soylulaşmadan yana olduğunu düşünüyor. Ama yönetim planında çarşının kimliğinin kaybolmaması için önlemler alınması gerekli. Örneğin İstanbul Kapalı Çarşı’da Vakko’nun ikinci bir mağaza açma girişiminde; belli bir cironun üzerindeki iş yerlerinin çarşıda yer alamaması kararı alınmış. Bizde de işlevlerde sınırlandırma getirilebilir ileride…
• Tülin Hoca’nın çalışmadaki rolleri ile ilgili olarak Araştırma Ekibi mi? Türk Ortak mı? Yoksa Danışman mı? Olduklarıyla ilgili şüpheleri var.( Nalan Hanım’ında toplantıya katıldığı bölümde; Giora’nın Türk Partnerleri olarak Uludağ Ünversitesi’ni bize yazıyla bildirdiği, Tülin Hocaların görevlerini soranlara açıklayabilmek için Rektörlükten yazı çıkartılarak; Araştırma Projesi kapsamında destek verdiklerini açıklamak için bize yazı gönderdiklerini biliyoruz. Ki araştırma projesinin bütçesi oldukça düşük…)
• İstanbul Yönetim Planı’nın hazırlanması için 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın Yönetim Kurulu kararı ile 4 üniversiteden teklif alınmış. Üniversitelerden söz konusu teknik şartnamede yazılanların Üniversite tarafından yapılması mümkün değildir diyen gerekçe raporları gelmiş. Sonrasında açılan ihalede işi Bimtaş almış. ( Bimtaş: 1997'den itibaren planlı ve sağlıklı kentleşmenin gereği olan alt ve üst yapı yatırımlarının gerçekleşmesi için, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin, İştiraklerinin, İlçe Belediyelerinin, Kamu ve Özel kuruluşların Mühendislik, Müşavirlik, İnşaat Kontrollüğü ve Proje Hizmetlerini yürüten bir İstanbul Büyükşehir Belediyesi kuruluşudur.)
• Makalelerin ner kadar detaylı incelendiğinden bahsedilirken; Bursa ile ilgili “hakemler-uzmanlar”ın araştırılması gerektiğini düşündüm.
• Salname(yıllık), Temettüat defterleri(19.yy sonrası tapu tahrir defterleri), Şer'iyye Sicilleri(mahkeme karar defterleri)
• Justification: Cumalıkızık & Çarşı; ilişki Osmanlı Devlet sisteminin ilk kez burada icat ettiği bir ilişkidir der Giora… millet yaratılmıştır der… ve bunlar çok büyük hatalar Fadime Hanım’a göre…
• Nominasyon ve lobi faaliyetleri sırasında Giora’nın katkısı daha çok olacaktır, danışman kalması daha yerinde bir karar olacaktır.
• Mapler, maplerin ve dataların GIS’e eklenmesi ileride ilgili dataların layerlarının açılarak harita kombinasyonları yapmakta büyük fayda sağlayacaktır.
• Bursa için de (Raif Kaplanoğlu’nun kitabından) sigorta haritaları olduğu biliniyor.
• Camii……Cuma Camisi……Külliye(kentte) / Camii……… Cuma camisi(köyde)
• Kapitalizm öncesindeki organizasyon matrisi din(Tülin Hoca’nın makalesi)
•
• Orhan Camii; Zaviyeli Camii tipinde; yönetimeilişkin mekanları da avr yani. Cuma Camisinde minber bulunması; sohbet için caminin mekansallaşması…
• Lonca Sistemi(Sezai Sevim)
• Hanlar Bölgesi’ndeki her binanın vakıf kayıtlarının incelenmesi gerek.
• Külliyelerde önce Orhangazi(Hanlar Bölgesi) sonra, Murat Hüdavendigar sonra Yıldırım
• 2 kale: Balabanbey Kalesi( doğu) (ki Cumalıkızık’la mesafesi çok kısa), Aktimur Kalesi( Batı)
• Tülin Hoca’nın taslak(iskelet) başvuru dosyası ile ilgili görüşleri; alelacele yazılmış, hiçbir tarihçinin arkasında duramayacağı kesin yargılar içeren( örn 1: bursanın kısa bir fetihten sonra ele geçirildiğini söylemesi, örn 2: Bursa ve Cumalıkızık arasındaki ilişkiyi, Türklerin göçerlikten yerleşik düzene geçtiği yer olmaları üzerinden kurması, külliye ve vakıf sisteminin Osmanlı’nın burada keşfettiği şeylermiş gibi anlatması) bir dosya olduğu yönünde. Hoca’ya göre Giora ile devam etmek talihsizlik olur.ICOMOS’a tanıtım sürecinde lobi faaliyetlerini yürütece bir danışman olması daha yerinde olacak.
• İnceleme raporunda: Tülin Hoca başkanlığında yapılan toplantıdaki incelemelere göre şu değişikliklerin yapılması gerekmektedir diye belirteceğiz. Tarihçilerle bizzat kendisinin görüşmesi gerektiği belirtilecek. Mailde Tülin Hoca’ya cc yapıp, Tülin Hanımla mutabakata vardığınız iskelet dosya tarafımızca onaylanacaktır diye yazacağız. Bu arada süreci belirleyip, Bursa’da toplantı tarihi belirleyeceğiz. Toplantıdan 2 gün önce bize mail atması gerektiğini söyleyeceğiz.
• Tanju Berdağ Akan; AKAN MİMARLIK işi yapabilecek mimarlık firmaları olduğuna işaret…
• Arama Toplantılar; bizim senaryomuzla oluşan belgesel çekimi
• ICOMOS Türkiye Raportörünün Hocasıydı Pierre Hoca. Yazın da bir workshop olacak, onun daha iyi organize edilmesi gerektiğini söyledi Tülin Hoca.
• ICOMOS Heyetinin Bursa ekibi davet edilecek; Unesco’ya yazılan yazıyla…
05.12.2011 toplantısı(Ercüment, Ahmet, Birben, Esra, Ayten, Fadime Hanım)
• Bugüne kadar yapılanlar(birbenin iş özeti)
• Neler Yapılacak(Fadime Hanım)
• Cüneyit Bey; 2009’da UNESCO Raportörü (Paris Üniversitesindeki hocanın öğrencisi)
• ICOMOS UNESCO misyonları
• Neler yapılıyor; koruma amaçlı imar planı, kentsel tasarım komitesi… Dünya miras komitesinde bu misyon görev yapmış…
• AB ilişkileri araştırmalarında ilk olarak Ercüment Bey ilgilenmiş konuyla
• Kültür Bakanlığına ziyaret yapılmış; Evrim Hanım’la görüşülmüş. Başvuru dosyası ile ilgili, bilgi aktarımı ve Giora’nın önerilmesi
• 2002’den sonra Unesco tarafından yönetim planı zorunlu tutuluyor ama biz 2005’te yönetmelik çıkarmışız. Ki bu yönetmelik arkeolojik sitler için hazırlanan bir modelden örnek alınmış.
• Alan yönetiminde kamu yönetimi, işletme,iktisat vb. fakülte mezunlarının da görev alması öngörülmüş, Erkan MUMCU’nun bakanlığı döneminde
• Misyon davet edersek gelecektir.
• Birben Alanya ve Edirne örneklerini incelemiş.
• Çekül Eğitimi’nde Birben Yaşagül Hanım ile tanışıyor. Edirne Ekibi Bursa Kent Müzesi’ni ziyarete geldiklerinde de sınırları nasıl oluşturacağımızla ilgili kendileriyle fikir alışverişinde bulunulmuş. Reyhan’da yerinde inceleme yapılmış ve sınırları ne kadar az tutarsanız hesap vermeniz gereken yer o kadar az olur denmiş. Özgünlüğünü yitiren burada neden bunu yaptınız sorusuna cevap verilemeyeceği düşünülen yerler sınır dışında tutulmuş.
• Ağırlıklı olarak kamu kurumlarıyla bir paydaş toplantısı düzenlenmiş.(paydaş listesine muhtarlar ile diğer derneklerin eklenmesi gerekiyor)
• İlk soru tampon bölge.
• Yönetim Alanı sınırı= Koruma= Tampon bölge sınırı
• Cumalıkızık’ta; Kentsel sit: çekirdek /Doğal sit alanı: buffer zone
• Erken Dönem; 13. ve 15 yüzyıllar. 17. Yüzyıl da olsaydı tarım alanları girerdi. Şu durumda Cumalıkızık yapılarını ilişkilendiremiyoruz.
• Cumalıkızık bir adı da Ortakızık.
• Giora’nın yaklaşımı kuruluştan devlet olma yolunda, Cumalıkızıktan hanlara ilişki kurmaya çalışıyor.
• Icomos heyetindeki sanat tarihçisi 13. ve 14 yy yapısı arayacak…
• dönemden kalan ne var? Ya da o ilişki ağını kuran ne var?
• Devletleşme yolunda ticari gelişim…!
• Zekiye Yener’in doktora tezi(YTÜ)
• DANIŞMA KURULU
• EŞGÜDÜM DENETLEME KURULU
• 2 yöntem? 1.Sınırlar sabit; başlık değişsin / 2.Başlık sabit; sınırlar değişsin
• Bakanlıktan önce sınırların onay yazısı gelmiş hemen ardından da gerekçesi belirtilmek kaydıyla sınırların değişebileceğine dair bilgilendirme yazısı gelmiş…
• Araya zaman girmiş, İsraille olan durumlar yüzünden. Temmuz ayında sözleşme imzalanabilmiş Adaylık Başvuru Dosyası için.
• Yönetim Planı’nı Eylül 2012’ye kadar tamamlamak zorundayız.
• Yönetmelikte; alan başkanlığı kur, personel istihdam et, 5 yılda bir güncelle, yıllık eylem planları hazırla deniyor.
• Neler Yapılacak(Fadime Hanım)
• Cüneyit Bey; 2009’da UNESCO Raportörü (Paris Üniversitesindeki hocanın öğrencisi)
• ICOMOS UNESCO misyonları
• Neler yapılıyor; koruma amaçlı imar planı, kentsel tasarım komitesi… Dünya miras komitesinde bu misyon görev yapmış…
• AB ilişkileri araştırmalarında ilk olarak Ercüment Bey ilgilenmiş konuyla
• Kültür Bakanlığına ziyaret yapılmış; Evrim Hanım’la görüşülmüş. Başvuru dosyası ile ilgili, bilgi aktarımı ve Giora’nın önerilmesi
• 2002’den sonra Unesco tarafından yönetim planı zorunlu tutuluyor ama biz 2005’te yönetmelik çıkarmışız. Ki bu yönetmelik arkeolojik sitler için hazırlanan bir modelden örnek alınmış.
• Alan yönetiminde kamu yönetimi, işletme,iktisat vb. fakülte mezunlarının da görev alması öngörülmüş, Erkan MUMCU’nun bakanlığı döneminde
• Misyon davet edersek gelecektir.
• Birben Alanya ve Edirne örneklerini incelemiş.
• Çekül Eğitimi’nde Birben Yaşagül Hanım ile tanışıyor. Edirne Ekibi Bursa Kent Müzesi’ni ziyarete geldiklerinde de sınırları nasıl oluşturacağımızla ilgili kendileriyle fikir alışverişinde bulunulmuş. Reyhan’da yerinde inceleme yapılmış ve sınırları ne kadar az tutarsanız hesap vermeniz gereken yer o kadar az olur denmiş. Özgünlüğünü yitiren burada neden bunu yaptınız sorusuna cevap verilemeyeceği düşünülen yerler sınır dışında tutulmuş.
• Ağırlıklı olarak kamu kurumlarıyla bir paydaş toplantısı düzenlenmiş.(paydaş listesine muhtarlar ile diğer derneklerin eklenmesi gerekiyor)
• İlk soru tampon bölge.
• Yönetim Alanı sınırı= Koruma= Tampon bölge sınırı
• Cumalıkızık’ta; Kentsel sit: çekirdek /Doğal sit alanı: buffer zone
• Erken Dönem; 13. ve 15 yüzyıllar. 17. Yüzyıl da olsaydı tarım alanları girerdi. Şu durumda Cumalıkızık yapılarını ilişkilendiremiyoruz.
• Cumalıkızık bir adı da Ortakızık.
• Giora’nın yaklaşımı kuruluştan devlet olma yolunda, Cumalıkızıktan hanlara ilişki kurmaya çalışıyor.
• Icomos heyetindeki sanat tarihçisi 13. ve 14 yy yapısı arayacak…
• dönemden kalan ne var? Ya da o ilişki ağını kuran ne var?
• Devletleşme yolunda ticari gelişim…!
• Zekiye Yener’in doktora tezi(YTÜ)
• DANIŞMA KURULU
• EŞGÜDÜM DENETLEME KURULU
• 2 yöntem? 1.Sınırlar sabit; başlık değişsin / 2.Başlık sabit; sınırlar değişsin
• Bakanlıktan önce sınırların onay yazısı gelmiş hemen ardından da gerekçesi belirtilmek kaydıyla sınırların değişebileceğine dair bilgilendirme yazısı gelmiş…
• Araya zaman girmiş, İsraille olan durumlar yüzünden. Temmuz ayında sözleşme imzalanabilmiş Adaylık Başvuru Dosyası için.
• Yönetim Planı’nı Eylül 2012’ye kadar tamamlamak zorundayız.
• Yönetmelikte; alan başkanlığı kur, personel istihdam et, 5 yılda bir güncelle, yıllık eylem planları hazırla deniyor.
Temettüat defterleri
TEMETTÜAT DEFTERLERİ
_PDATE 8.06.2002 Saat: 17:54
_PTOPIC osmanlı kültür mirası
Osmanlı taşrasının anlaşılmasına yönelik tahlilî çalışmalara imkân veren iki defter serisine sahibiz. Bunlardan; Birincisi: Klasik dönem Osmanlı Tarihi'nde devlet yapılanmasında önemli bir yeri olan Tapu Tahrirleri'dir. Tımar sisteminin uygulanabilmesi için idarî, sosyal, ekonomik ve askerî düzenlemeleri yapmak amacıyla bölgelerin imkânlarını tesbit etmiştir.
İkincisi ise; Osmanlı Devleti'nin yenileşme döneminde ( 19. yy ) düzenlenen defter serisidir ki düzenleniş tarzı ve içeriğindeki bir kısım değişik ögelerle Klasik Dönem Tapu Tahririleri'nden ayrılan Temettüat Defterleri'dir. Temettüat Defterleri araştırmacılara bulunduğu döneme ve ait olduğu bölgeye ilişkin sosyo-ekonomik ve demoğrafik yapı hakkında daha mükemmel ve teferruatlı bilgiler sunar.
Temettü, meta'-tefe'ül bâbında mal, eşya, kazanç, kâr etme, fayda görme mânâsına gelir.
Fertlerin iktisadî imkânlarını tesbit etmek suretiyle kişinin ekonomik gücüne, senelik kazancına göre tarih edilecek verginin tesviyesi amacına yönelik olarak Osmanlı Devleti'nin önemli bir kesiminde emlâk, arazi, hayvanat ve temettüat sayımları sonucu oluşan ve kısaca adına Temettüat Defterleri denen defter koleksiyonları Osmanlı taşrasına ilişkin tahlilî çalışmalar için önemli istatistikî verileri kapsar. Yani kişiye kazanç sağlayacak her türlü mal varlığı, tarla, bahçe, ev, dükkan, hayvanlar ve bundan başka gelir getiren bir mesleği varsa bunların hepsi tesbit edilerek her mükellefin kişisel servetine ve senelik kazancına göre bir vergi konmaya çalışılıyor.
Bu herkesin kazancına göre vergi alınması usulü fermânındaki eşitlik ilkesine dayanarak uygulamaya konulmuş, Tanzimat'ın cari olduğu yerlerde 1840-1845'te iki sayım yapılmış Temettüat Defterleri bu sayımlar sonucu oluşmuştur. İşte bu sayımlar Osmanlı taşrasının anlaşılmasına yönelik önemli istatistikî bilgiler sunar. Nüfus defterleri kadar, nüfusun tesbiti açısından mühim değillerse de Temettüat Defterleri hüviyetleri itibariyle çok daha teferruatlı bilgi ihtiva etmektedir. Hazırlandığı döneme ve ait olduğu bölgeye ilişkin kapsadığı zengin ma'lumât ile bölgenin mikro ve makro düzeyde sosyo-ekonomik profilinin çıkarılması noktasında özgün bilgiler ihtiva eder. Mikro düzeyden kasıt en küçük sosyal birim olan aile, yani defterdeki ifadelerle hânedir. Temettüat Defterleri işte bu en küçük sosyal birim olan hâne düzeyinde bilgi verir. Bunun yanında hâne düzeyindeki bilgilerden bölge düzeyinde bilgilere ulaşılabilir. Yani bu tek hânelerden mahallelerin, mahallelerden şehirlerin, şehirlerden bir bölgenin sosyo-ekonomik profilini çıkarabiliriz. Mikro düzeyden makro düzeye bilgiler veren Temettüat Defterleri kadar ayrıntılı bilgi veren başka kaynak yoktur. Tapu Tahrirleri de bulunduğu dönemin sosyo-ekonomik yapısı hakkında önemli bilgiler verse de bu bilgiler Temettüat Defterleri gibi hâne düzeyine inmemiştir. Sadece yazıldığı bölgenin genel vergi yüküne ışık tutuyordu. Yani Tapu Tahrirleri ile Temettüat Defterleri arasında bir çok fark var. Öncelikle Tapu Tahrirleri bir köyün veya mezranın adını, bu köyün vergi mükelleflerini, mükelleflerden tahsil edilmesi gereken toplam vergi miktarını, toplam verginin hangi kalemden alınacağını verirken Temettüat Defterleri vergi mükellefinin adını, şöhretini, şemailini, mükellefin vergiye esas olan gelir kaynaklarını, kaynağın yıllık gelirini, gelire göre tarh edilecek vergiyi ayrıca bunlardan fazla olarak varsa ziraat dışı gelir kaynaklarını ve bu kaynaklardan tarh edilecek vergiyi kaydetmektedir.
Kısaca Hâne esasına dayanan Temettüat Defter sayımları araştırıcıya üç cevapta bilgi verir.
1. Hâne reislerinin menkul ve gayrimenkul servetleri
2. Gelirler
3. Vergi ödemeleri
TEMETTÜAT DEFTERLERİ'NİN TARİHİ GELİŞİMİ
Bilindiği gibi 16. Yüzyıl Osmanlı Tarihi'nin önemli bir kırılma noktasıdır. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren iç ve dış faktörlerin etkisiyle Osmanlı toplumu çözülme sürecine girmiştir. Bu dönemde Osmanlı toplum düzeyinin temellenmesinde aslî bir işlev gören tımar sistemi de iyice sarsılmış ve bu sisteme bağlı bütün alt sistemler geleneksel fonksiyonlarını yerine getiremez hale gelmiş ve değişime uğramıştır.
Osmanlı yöneticileri ise bu sarsıntının baştan beri farkındaydılar. Kaleme alınan ıslahat risalelerinde yer alan tema, tımar nizamının yeniden tesis edilerek sistemi eski gücüne kavuşturmak yönündeydi. Bu sebeple ıslahat tedbirlerine ilişkin öneriler başta tımar olmak üzere, vergi sistemi, müsâdere, narh, sikke tağşişi gibi geleneksel iktisat politikası araçları üzerinde yoğunlaşıyordu. Yani aydınların reçetesi Kanun-u Kadim'e dönüştü.
Bozulan nizamı eski haline getirme gayretlerinin yer aldığı ıslahat risalelerinin muhtevası Osmanlı'nın Batı'ya açılmasıyla değişime uğramıştır.
II. Viyana Kuşatması'nı müteakip Osmanlı devlet adamları gözlerini geçmişte kalan muhteşem maziden, güçlü düşmanların örnekliğine çevireceklerdi. Kanun-u kadimin ihyası düşüncesine karşı ilk tereddütler 17. yüzyılda yazılan ıslahat risalelerinde görülmüştür. 19. yüzyılda ıslahat teşebbüslerinde Batı'ya yönelme eğilimi güçlenecek hatta bu tutum Batı baskısından kurtulmanın bir yolu olarak görülecekti.
Ekonominin ağır kriz altına girdiği bu dönemde yani 1789-1839 yılları arsında III. Selim ve II Mahmud tahtta bulunuyordu. III. Selim bütçe açıklarını kapatmak için geleneksel yöntemlere başvurmakla birlikte bazı yeni önlemler almıştır. Ama yine de istenen neticeye ulaşamamıştır. Dışarıdan borç alma girişimi de boşa çıkınca ya yeni vergiler koymak ya da eski vergilere zam yapmak durumunda kalmıştır. Bu dönemde ilk olarak Nizam-ı Cedid Ordusu kurulmuş bu ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için İrâd-ı Cedid Hazinesi oluşturulmuştur. III. Selim döneminde malî alanda bu ıslahatlar yapılırken II. Mahmud dönemine gelindiğinde malî ıslahatlar önem kazanır. Bu dönemde yeni hazineler oluşturulur. Bunlar: Devlet Hazinesi, Tersane Hazinesi, Mukata Hazinesi ve 1826'daki Asâkir-i Muhammedî askeri ocağı için Mansure Hazinesi oluşturulur. Bu hazinelerle maliyede etkinlik gösteren bu kuruluşlar özerk hale getirilmek istenmiştir. 1834 yılına gelindiğinde Asâkir-i Muhammediye Defterdârlığı oluşturulur. Bu defterdârlıkta hazinenin iç ve dış gelirlerinin tek elde toplanmasına çalışılmıştır. Daha sonra defterdârlık örgütü kaldırılarak yerine Maliye Nezareti örgütlenmeye çalışılmıştır.
II. Mahmud döneminde malî alanda yapılan diğer yenilikler ise; daha önce iltizâmla yönetilen hazine gelirlerinin doğrudan tahsil edilmesi gündeme gelecektir. Yine Memuriyet-i Mülkiye yani ülke kalkınmasının gerçekleşmesi için ticaret, ziraat ve sanayinin geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. Tanzimat'ın ilanından bir yıl önce Umûr-ı Nafia Meclisi oluşturulur. Bu dönemde yapılan önemli bir gelişme ise Hüdavendigar ve Gelibolu sancaklarında ilk tahrirî denemelerinin yapılması olur. Tahririn amacı vergide adaleti sağlamak, adil vergilemeyi gerçekleştirmektir. Bu çalışmalar Tanzimat ıslahatının öncüleri sayılır. II. Mahmud döneminde bu tahrir çalışmaları sırasında Tevzi Defterleri tutulmuştur. Bu defterler Temettüat Defterleri'ne tecrübe olacaktır. II. Mahmud dönemindeki bu tahrirî çalışmaları pek netice vermemiştir. Bunun için örfi vergiler eskisi gibi iltizâm usulüyle alınmaya devam edilmiş ve tahrirî işi belli bir süre askıya alınmıştır.
III. Selim ve II. Mahmud'un yaptığı ıslahatlardan sonra Osmanlı Devleti'nde bir simge olan Tanzimat Fermanı olarak bildiğimiz Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu 3 Kasım 1839 ( 26 Şaban 1255 )' da ilan edildi. Tanzimat Fermanı memuriyet-i mülk ve devlet için bir kalkınma modeli, mülk ve milleti ihya hareketi ve yeniden yapılanma sürecinin başlangıcını oluşturuyordu. Tanzimat'ın hareket noktası imâr-ı memalik, bilad, terfi-i ahvâl-i ahâli ve ibâd idi. Yani memleketin imarı ve bütün reayanın durumunu düzeltmek ve refahını sağlamaktı. Maliyede ıslahat neredeyse Tanzimat'ın temelini teşkil ediyordu. Tanzimat hareketinin can ve mal emniyeti ırz ve namusun muhafazasından sonra maliyenin ıslahı en önemli konu idi. Hatta vergi ıslahatı daha da öncelikliydi. İdarî alanda yapılan ıslahat malî merkeziyetçiliğin uygulanmasında bir araç olarak kabul edilmiştir.
Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu'nda şu cümleler zikrediliyor: (Sadeleştirilmiş) 5. Madde:"İltizâm usulü bir memleketin siyasî maslahat ve malî işlerini bir tek adamın iradesine ve belki onun kahır pençesine teslim demektir. Eğer teslim edilen adam da iyi bir adam değilse sadece kendi çıkarına bakıp bütün hareketleri gadr ve zulümden ibaret kalır. Bu sebeple bundan sonra memleket ahâlisinden her ferdin mal varlığı ve maddi gücüne göre uygun bir vergi vermesi, kimden fazla bir şey alınmaması, Devlet-i Aliyye'mizin karada ve denizde askerî masrafları ve diğer giderlerinin dahi gerekli konularda açıklanması ve sınırlanması ve bunlara göre icraatın yapılması zaruridir."
Tanzimat Fermanı ile eski vergi usulünün usulsüzlüğü gözler önüne serildi ve her kişiden eşit oranda vergi alınması gerektiği ve devlet masraflarının sınırlanması ve açıklanması isteniyordu. Yani verginin âdil tarh tesviye ve tahsili fermanda önemli bir yer teşkil ediyordu.
Tanzimat'la birlikte Osmanlı vergi sistemi, içerisinde cumhuriyete gelinceye kadar sürecek bir dönüşümün başlangıcını oluşturuyordu. Fermanla malî ıslahat çerçevesinde örfi vergilerin yerine ancemaatin veya komşuca alınan vergi gibi isimler alan vergilerin tek isim altında toplandığı vergi sistemi getirilmiştir. Ancemaatin vergi , tevzi olunan vergi ifadesi vergilerden bir cemiyet veya topluluğun sorumlu tutulması ve bu verginin topluluğun üyeleri arasında ödeme gücüne göre paylaştırılması demektir. Yani bir köy veya kasabanın durumuna göre o yerin malî ortalaması bulunuyor ve ortalamanın üzerinden kişinin gelirine göre vergi alınmasına karar verilmiştir. Bu sistemle devlet ilk defa mükelleflerle yani vergi veren halkla doğrudan doğruya temasta bulunmaya başlamıştır. Tanzimat'tan sonra yayınlanan talimatnamelerde kanun uygulamaya konulmaya çalışılmıştır.
TEMETTÜATIN UYGULAMAYA KONMASI
25 Ocak 1840 tarihinde Meclis-i Vâlâ tarafınca düzenlenen talimatname ile görevleri gereği tesbit edilen muhassıllar memur-ı müstakillerdir. Vergiyi vali ve ayanların kontrollerinden alarak devlet hazinesi adına tahsil edilmesini sağlayacak maaşlı devlet memurlarıydı. Muhassıllar tayin oldukları eyalet ve livaların bütün malî işlerinden sorumlu idiler. Tanzimatın taşrada tanıtılmasında da aktif rol oynayacaklardı. Görevlerini rahat yerine getirebilmeleri için nizamiye askerleri maiyetlerine verilecekti.
Tahriri yaparken şu hususlara önemle dikkat edilmesi gerekiyordu : Herkesin isim ve şöhreti, sahip oldukları bütün mal varlıkları, ne kadar emlak ve arazisi olduğu ve ayrıca ne kadarının ekili ve nadasa bırakıldığı, bağ ve bostanı, her türlü hayvanı, tüccar ve esnafın bir senelik tahmini geliri olacağı incelenerek tahriri yapılacak ve bunların yıllık gelirleri ve bu gelir üzerinden tahsili istenen vergi tesbit edilecek, tahrire köylerden başlanılacak ve her bir köyün defteri ayrı tutulacaktı. Muhassıllar tahrire nezaret edecekler, yanlış ya da noksan yapanlar cezalandırılacaktı.
Muhassıllara uymaları gereken noktaları bildiren Talimat-ı Seniyye ve bir de tezkire veriliyordu. Buna göre önce köy ahalisinin emlak ve akarı ile verecekleri verginin yaklaşık miktarı belirlendikten sonra asıl kazada bulunan halkın emlak ve akarı hatır ve gönüle bakılmayacak ve bir fert bile istisna tutmayacak hakkaniyetle tahrir olunmalı deniyordu. Yine aynı tezkirede kazanın ileri gelenleri; müftü, hatip, imam vb. eskiden beri vergi vermedikleri için şimdi kaşı gelebilirlerdi. Fakat muhassıllar kazada emlakı olan kim olursa olsun vergi vermesini sağlamaya çalışacaklar, ellerinde eğer berat veya emr-i âli varsa alacaklardı. Bu kişilerin istisna tutulması ile halkın tepki vermesinden çekinilerek bu kişilerin gerekirse mahkemeye sevkedilmeleri ve cezalandırılmalarına karar verildi.
Muhassıllar verginin adil ölçüler içinde vergi tarh ve tahsilini sağlarken tahriri talimatnamesinin dışına çıkmayacaklar, halka yumuşak ve mutedilâne davranacaklar, edepli ve ölçülü olacaklardı. Böyle davranmadıkları takdirde görevlerinden alınacaklardı. Karamürsel Muhassılı İsmail Ağa, Hacegândan Niğde Muhassılı Tahir Bey, Milas Muhassılı Aziz Ağa işlerinde gereği gibi davranmadıkları ve halkın şikayetleri ile görevlerinden alınan muhassıllara örnek teşkil ederler.
Muhassılların gittikleri yerlerde verginin belirlenip dağıtım ve diğer işlerin görüşülüp kararlaştırılması için talimatnameye konulan 2. madde ile muhassıllık meclisleri oluşturuldu. Bu meclislerde Muhassıl-ı mal, iki katip, mahalli hakim, müftü, bir asker zabiti ile halktan güvenilir dört kişi olmak üzere on kişinin görev alması emredildi.
1256 senesi vergini tevzii bu meclisler tarafından gerçekleştirildi. Defterler meclise geldikçe ilgili şahıslar kaza ve köylerdeki halkın Ruz-ı Hızır, Ruz-ı Kasım aylarında iki taksitle ödeyecekleri vergi miktarı belirlenerek deftere kaydedildi.
Muhassılların yanlarına alarak İstanbul'a götürdükleri bu defterler merkezde hazine tarafından tetkik edilerek Bâb-ı Âli'ye veriliyor Meclis-i Vâlâ'ca tetkik edilerek padişahın iradesi alınarak hangi seneden itibaren muteber olacağı başta eyaletin vali ve defterdârları olmak üzere bütün köy ve kazanın ileri gelenlerine hitaben emr-i âliden isdâr edilip gönderiliyordu.
1256 sayımları istenilen veya beklenilen neticeyi vermediği gibi hazine gelirlerinde büyük azalma görüldü. Bu başarısızlığın en büyük sebeplerinden biri bu göreve atana kişilerin mültezimlere yakın ilişkileri olanlardan seçilmiş olmalarıydı. Ayrıca büyük ailelerin çıkarları zedelendiği için vergi vermede direnmeleri mal varlıklarını vakfetmiş gibi göstermeleri başarısızlığın önemli nedenlerindendi. 1842 yılında eyalet idaresine yeni bir nizam vermek ve muhassıllıkla ilgili problemi kökünden çözmek için muhassıllıklar kaldırılarak valilerin sancaklarına hükmetmesi şeklindeki eski kural tekrar getirilerek Müşirlik sistemi kuruldu. Valilerin maiyetine bir defterdâr, ayrıca her sancağa birer kaymakam ve kazalara halkın yetenekli ve namuslularından birer müdür tayin edildi. Meclis-i Muhassıl ise yapı ve işlev bakımından önemli bir değişikliğe uğramadan adı Memleket Meclisi olarak değişikliğe uğramıştır.
Devletin tamamında uygulamaya konmaya 1256 sayımı Hüdavendigar, Konya, Aydın, Sivas, Ankara, Biga, Edirne, Rumeli, Silistre, Vidin, Selanik gibi Anadolu ve Rumeli'nin bazı eyaletlerinde uygulanmıştır.
1261 SAYIMI
1256 sayımlarından istenilen sonuçlar alınamamıştır. Bunun en önemli nedeni yine yolsuzluklar olmuştur. Bu sayımlarda bazı kazalarda ağır bazılarında hafif vergiler alınması, şahıslar planında kaydedilen vergilerin çok farklı oranlarda çıkması, bazı kazalarda vergi indirimi yapılırken bazı yerlerde artış yapılması bu yolsuzlukların başını çekiyor, yine Cihet-i Hakkaniyet gözetilmiyordu.
Bu hoşnutsuzluklardan dolayı 1259 saferinde âdil ölçülerde vergi alınması için yeni sayım gündeme gelmiş fakat halkın tepkisinden çekinilerek uygulamaya konmamıştır. Bu yüzden yeni çözüm yolları aranmaya başlanmıştır. Meclis-i Vâlâ'da yapılan müzakerelerle her eyaletten biri Müslüman diğeri Hıristiyan iki kişi çağrılarak, imar ve ahalinin refahının temini için görüşlerine başvurulmasına karar verilmiştir. Ve yapılan görüşmelerde emlâk ve temettü tahriri yapılmasına karar verilmiştir.
1261'de yapılan bu müzakerelerde iki temel konu üzerinde duruldu:
1- Eşit şekilde alınan vergilerin gelirleri arttırması
2- Her mahallin hâsılât ve temettüatının layıkı ile yapılması idi.
Temettüatın yeniden tahkiki için müşir, defterdâr ve kaymakamlar marifetiyle icrâ olunması isteniyordu. Sayımların ne suretle yapılacağını belirten örnek matbu nüshalar taşraya gönderilecektir. Ülkenin bütün bölgeleri Tanzimat uygulamalarına dahil edilmemiştir. Bu sayımda Erzurum, Diyarbekir ve Yanya gibi eyaletler de sayıma dahil edilmiştir. Bu sayım için merkezden görevliler gönderilmeyecek her köyün imam ve muhtarları reaya bulunan mahallelerin papaz ve kocabaşları marifetiyle ve ziraat müdür vekilleri nezaretinde tahrire başlanacaktı. Tahrir bittiğinde defterin sonu bunlar tarafından mühürlenerek tâbi oldukları kaza müdürlerine teslim edilecek ve kaza meclisinde kontrol ve tahkik edildikten sonra ya sancak kaymakamına ya da defterdâra teslim edilecektir. Defterler birbirlerine karıştırılmadan her köyün defterleri kaza kaza torbalara konularak takım halinde Maliye Hazinesi'ne gönderilecektir.
1261 sayımında taşrada sayım yapılan bölgelerden ilk etapta numûne olarak bir köyün defteri Meclis-i Vâlâ'ya geliyor ve burada usûl ve kaidesine muvafık olup olmadığına bakılıyordu. Tutulan defter usûl ve kaidesine uygunsa diğerlerinin de buna göre yapılması istenirdi. Merkeze gelen bu numûne defterler Meclis-i Vâlâ'da görülüyor ve uygun olmayanlar Maliye Nezareti'ne gönderilerek burada asıl numûne defterlerde belirtilen hususlara riayet edilmeden tanzim edilen defterlere gereken açıklamalar yazılarak tekrar mahallerine geri gönderiliyordu.
1261 sayımındaki aksaklıklar bunlarla sınırlı kalmıyor, bunun yanında katip ücretleri de sorun olmuştur. Osmanlı arşivinde maliyeden müdevver 7143 numaralı defter katip ücretleri ile ilgili çok sayıda yazışmayı kapsamaktadır. Katiplerin meclis tarafından belirlenen ücretleri Emval Sandığı'ndan ödenecek idi. Ancak bir mahalde eli kalem tutan kimse yoksa, yani dışarıdan katibe ihtiyaç duyulursa katiplerin ücretleri bölgedeki halk tarafından verilecek idi. Meclis tarafından belirlenen katip ücretleri, bir defaya mahsus olarak 1262 yılında emlâk vergisine ilave edilerek tahsil edilmesi yoluna gidilmiştir.
1261 sayımı uzun zaman almış ve bu sebeple bir yıl geçtiği halde sayım yapılamadığından Temettüat Defterleri gelmeyen yerler olmuştur. Meclis-i İmâr memurları merkeze geri çağrılması dolayısıyla, tahrir yapılmayan bölgeler için ellerinde bulunan tahrir talimatnâmesinin bir suretini orada bırakarak tahrir sayımının valiler denetiminde yapılması kararlaştırılmıştır.
Vergi mükellefinin maddî imkânları, kazançları ve şahsî hayatlarında meydana gelen değişikliklerin her yıl izlenmesi öngörülmüş ve tahsilat döneminden birkaç ay önce başlanılarak bu değişikliklerin tesbit edilmesi ve tashih edilmiş halinde defterin gönderilmesi kararlaştırılmıştır.
SOSYAL TARİH KAYNAĞI OLARAK TEMETTÜ DEFTERLERİ
Aile, Şahıs Ad ve Sıfatları :
Defterlerde verginin esas olduğu hane reislerinin isimleri kayıtlıdır. İsimler, tahrir defterlerinde "Ahmed veled-i Hamza" gibi bir önceki şahsın oğlu ve kardeşi olması halinde "Süleyman veled-i o" yahut "İbrahim birader-i o" şeklinde "veled" kelimesi kullanılarak yazılırken Temettü Defterleri'nde "Feyzullah Oğlu Salih" örneğinde olduğu gibi çok kere "Oğlu" kelimesi tercih edilmiştir. Maamafih "bin" ve "veled" kelimelerinin kullanıldığı defterler de vardır. Ancak 1256'daki defterlerde, şahısların isimleriyle birlikte, biraz tımar kayıtlarını hatırlatır tarzda "uzun boylu, orta boylu, ak sakallı" şeklinde eşkâllerine de yer verilmiştir. 1261'de tanzim edilen defterlerde bu kısma rastlanmaz. Çok kere "Osman oğlu Ali" veya "Hasan Oğlu İbrahim" şeklinde baba adı bazen de "Çullu Oğlu İbrahim" gibi babanın lakabı veya aile adı yazılmıştır. Aile adlarının mevcudiyeti mahalle veya köydeki akrabaların tesbitini mümkün kılmaktadır. Baba-oğul veya kardeşler, hatta bazen amca-yeğen ve kuzenler peş peşe veya araya bir yahut iki tane gelerek yazılmıştır. Bu kolay ayırt edilebilen bir aile adına sahip olmayanların da aynı ailenin kolu olduklarını ortaya koyması bakımından tesbitleri kolaylaştırıcı bir husus olmuştur. Bazı ailelerin bir kolunun diğer mahallelerde yaşadığı da görülmektedir. Aynı lâkabı taşıyanların çoğu iki haneden ibarettir.
Aynı mahallede oturmasalar bile kolay rastlanamayacak aile adlarına sahip olanların akraba olduklarına şüphe yoktur. Böylece ailelerin zaman içinde, muhtemelen bir evlilik sonucu kendi mahallerinden çıkarak diğer bur mahallede oturmaya başladıkları düşünülebilir. Hatta daha da ileri giderek bu nevi yer değiştirmelerin köyler ve kasabalar arasında da vuku' bulduğunu söyleyebiliriz. Zira köyde huzursuzluk çıkaranların civardaki köylere sürgün edildiği, veya diğer bir köy veya kasabada daha geniş imkânlar bulanların buralara göç ettikleri bilinen vakıadır. Temettü Defterleri'nde çok dikkatli bir araştırma neticesinde bu nevi göçlerin nereler arasında yapılmış olduğunun tesbiti de imkân dahilindedir. Temettüat Defterleri, sadece aile adlarının değil, yörede kullanılan şahıs adlarının tesbiti bakımından da mühim kaynak vazifesi görmektedir. Şahıs adlarında göze çarpan bir özellik de baba-oğul aynı adı taşıyanların sayılarında görülmektedir. Babası, doğumundan önce ölmüş bir çocuğa baba adının verilmesi yaygın bir uygulama ise de babasıyla aynı adı taşıyanların hepsinin yetim kaldıkları da düşünülmemelidir. Sosyal bakımdan adlar gibi sıfatların da şahısların belli özelliklerini göstermesi bakımından önemi büyüktür. Kara, sarı, uzun, küçük şeyh gibi sıfatların ifade ettikleri mânâ açıktır.
Hane Reislerinin Meslekleri :
1256 tarihli görülebilen defterlerde imam, muhtar gibi vazifeliler dışında sadece eşkâl verilip hane reisinin mesleğinin yazılmamasına karşılık 1261 sayımlarında ekseriya hane numarası üzerinde "Erbâb-ı ziraatdan idigi" , " çiftçi, gündelikçi, demirci, çulhacı" gibi hane reisinin mesleği yazılmıştır.
Küçük köylerde halkın hemen hemen hepsi yalnız ziraat ve hayvancılıktan geçimini temin etmektedirler. Ancak ziraatle uğraşanların hepsi toprak sahibi değillerdi. Toprağı olmayanlar, ailelerinin gücü toprağı işleyip ürünü kaldırmaya yetmeyen büyük toprak sahiplerinin yanlarında çalışmaktadırlar. Ekip biçecek az toprağı olanlar da büyük çiftliklerde gündelikçi olarak çalışmakta ve geçimleri için ek kazanç sağlamaktadırlar. Bu suretle biri nisbeten büyük çiftliklerde devamlı çalışan hizmetkârlar, diğeri ekim ve mahsulün kaldırılması sıralarında faydalanılan çapacı, gündelikçi ve ırgatlar olmak üzere iki ayrı ziraat işçi sınıfı ortaya çıkmış bulunmaktadır ki Temettü Defterleri'nde bu iki sınıfın durumunun takip edilmesi mümkündür.
Nisbeten büyük köylerde köyün bazı ihtiyaçlarının kendi içinde karşılanmasını temin edecek şekilde ziraat dışında bazı zanaat kollarının mevcut olduğu görüldüğü gibi hangi işlerin ne ölçüde yapıldığı da tesbit edilmektedir. Mesleklerin yazılmış olması bir mahallede veya köyde hangi zanaatın ne ölçüde geliştiğini tesbit etmemize imkân sağladığı gibi gelirin meslekler arası dağılımını ortaya koymaktadır. Hane reisleri içinde kadın ve yetimlere de rastlanmaktadır. Bunlar kadınsa eşi, çocuksa babası ölmüş olduğundan hane reisi durumuna gelmiş olanlardır.
İKTİSÂDİ TARİH KAYNAĞI OLARAK TEMETTÜ DEFTERLERİ
Gayr-i Menkuller :
Temettüat Defterleri incelendiğinde tahriri yapılan yer veya bölge hakkında sosyal ve iktisâdî bakımdan birçok bilgilere ulaşılabilir. Defterlerde hane reislerinin tarla, bağ, bahçe, bostan, arsa, harman gibi gayr-i menkullerinin teferruatlı bir biçimde dökümleri yapılmıştır. Bunlardan ahalinin refah seviyesi, gelir düzeyi, ekilip-biçilen ürün çeşitleri, bölgenin iklimi, ticarî durumu, yerleşim şekilleri vs. gibi bilgilere ulaşılabilir. Defterlerde ekili tarlalar, "mezru tarla" olarak kaydedilmiştir. Bunlar da "sulak tarla", "kıraç tarla", "dağ tarlası", "ova tarla" şeklinde nitelikleri belirtilerek kaydedilmiştir. Bu niteliklere bakılarak her birinden alınacak vergi ayrı ayrı tesbit edilmiştir. Ekili-dikili tarlaların haricinde kalan boş tarlalar ve kiraya verilen tarlalar da hâli ( boş ) ve kirada ( icârda ) şeklinde kaydedilmiştir.
Defterlerde; dikili ağaçların ürün elde edilenlerinden de vergi alındığından adet veya dönüm olarak bunlardan da bahsedilmiş ve adet olarak belirtilen meyve ağaçları için "sak"ve "dip" tabirlerine de rastlanmıştır. Özellikle zeytin ağaçlarının dağ ve ovada olanları birbirinden ayrılmış ve ova zeytinlerinden daha fazla vergi alınmıştır.
1256 ve 1261 tarihinde yapılan iki sayımın menkul ve gayr-i menkuller konusunda verdiği bilgiler birtakım farklılıklar arz eder. Şöyle ki; ilkinde tarla, bağ, bahçe gibi ekili-dikili gayr-i menkullerin dönüm olarak yüzölçümü, ev, dükkan, kahvehane gibi binaların ise adedi ile altında kıymetleri yani değerleri verilmiştir. Fakat bu sayımdan sonra önemli olan kıymet değil, vergiye esas olan yıllık gelir diye düşünülerek 1261 sayımında defterden "kıymet" hanesi çıkarılıp yerine "hasılât-ı senevisi" konmuştur. Halbuki kıymet bırakılıp hasılât-ı senevisi eklenseydi İktisât Tarihi açısından defterler çok daha faydalı olacaktı.
Mezru tarlalar içinde pirinç, pamuk, afyon, tütün, lök boya (zehri) gibi sanayi mahsullere ait tarlalar, ne tarlası olduğu belirtilerek kaydedilmiştir. Yani mezru tarlalar (ekili tarlalar) içinde sanayi mahsullerine ait tarlalar, özel bir öneme sahiptir. Eğer ürün bir sanayi değilse tarlanın ne tarlası olduğu belirtilmemiştir. İşte bu tarlalar hububat tarlasıdır.
Tarlalardan sonra bağ, bahçe ve bostanlara yer verilmiştir. 1256 sayımında bunların sadece yüzölçümü ve kıymetleri yazılmışken 1261'de gelirleri de kaydolunmuştur.
Temettüat Defterleri'ne kaydedilen diğer gayr-i menkuller evler, dükkanlar ise tahrir arasında ayrıntılı bir şekilde kaydedilmiştir. Evlerin kaç oda, kaç kat olduğu , bahçesi, kuyusu, içme suyu gibi özellikleri belirtilmiştir. Hane reislerinin içinde bulundukları, ev gelire konu teşkil etmediğinden "kendisi mukîm" denilerek vergi kapsamına alınmamıştır. Eğer dükkanını kendi işletiyorsa "kendisi mukîm" denilmiş, kirada ise kira bedeli kaydedilmiş, hisseli ise kiminle müşterek işletildiği ve hisse miktarı yazılmıştır.
Hayvanlar:
Temettü Defterleri'ne gayr-i menkullerden sonra hayvanlar yazılmıştır. Böylece bir köy veya kasabada en çok hangi hayvanların beslenip yetiştirildiği ve bunlardan ne ölçüde kazanç sağlandığının tesbiti mümkündür. Ziraat yapılan yerlerde ahalinin toprağı işleyebilmesi için besledikleri öküz, camus, taşımacılıkta kullanılan merkep, bargir, deve, at defterlere yazılan hayvanların başında gelir. Bu hayvanların yetiştirildikleri bölgelere göre dağılımına baktığımızda ise hayvan sahiplerinin genellikle ziraatle uğraşan çiftçilerden hali vakti yerinde olan ve geniş arazi sahipleri olduğu görülür.
Çiftçilikte ve taşımacılıkta kullanılan hayvanlardan sonra eti, sütü ve yünü için beslenen ve genelde her meslek sahibine ait evlerde bulunan koyun, keçi, inek gibi hayvanlar yazılır. Hayvanlar, koşu öküzü, âla-evsat, erkek-dişi, sağman-kısır veya döllü-dölsüz şeklinde yazılmaktadır.
Ayrıca arıcılık yapılan yerlerde her kovan başına vergi alındığı görülmektedir. Hayvanlar, 1256'da hayvanların kıymetleri sayılırken 1261 sayımında hangi hayvanın kaç kuruş vergi getirdiği belirlenmiş ve bu hayvanlardan gelen gelirlerden de vergi alınmıştır.
VERGİLER :
Vergiler her hane reisinin isminin üst tarafında ve dikine olarak yazılmıştır. Ancak vergi kaydı hususunda da 1256 ve 1261 sayımlarında tutulan defterler arasında fark bulunmaktadır. 1256'da vergilerden sadece vergi-yi mahsusaya yer verilmiştir bunda da bazı defterlerde Ruz-ı Hızır ve Kasımda verilecek taksitler belirtilmiş bazılarında ise tek rakamla senelik bildirilmiştir. 1261 sayımlarında ise sene-i sabıkada bir senede vermiş olduğu vergi-yi mahsusa ile birlikte öşür ve adet-i ağnam vergileri de kaydedilmiştir.
Defterleri ayrı tutulan gayr-i müslimlerin ise mükellef olduğu cizye dilimi, yani ednâ, evsât ve âlâ olduğu ayrıca cizyeden sorumlu oğulları varsa bunların da hangi oranda cizye vereceği belirtilmiştir.
Muaflar :
Tahrir defterlerinde vergiden muaf olanlar için "bâ-berat-ı sultanî imam", "kürekçi", "tuzcu", "pîr-i fânî" gibi şerh verilmiştir. Temettü Defterleri'nde de muaf olanlar hemen hemen aynı şekilde gösterilmiştir. Ancak 1256 sayımında imam, müezzin veya şeyh denmekle yetinildiği halde 1261 sayımında "bâ berat Beyaz Camiî İmamı", "bâ-berat Hızır İlyas Baba Tekyesi Şeyhi" gibi hangi camiin, tekkenin imamı veya şeyhi veya katibi olduğu belirtilmektedir.
Ayrıca muhassıllara gönderilen tezkirelerde eskiden beri muaf tutulan müftü, hatip, imam vb. şahısların vergi vermeme yönünde bir niyetlerinin olmasının mümkün olabileceğine dikkat çekilmektedir. Buradaki amaç, her kim olursa olsun durumuna göre, vergi vermesini sağlamaktadır.
Bu defterlerde ayrıca mansûre ve redif olanlar veya bu teşkilatlarda yakınları bulunanlar da "asâkir-i mansûre tekaüdü" veya " oğlu redif" şeklinde belirtilmiştir. Burada devlet için çalışan askerî sınıf ve birinci dereceden yakınları vergiden muaf tutulduğu görülür. Bu gibi askerîden olanlarını, emeklilikten önce ve sonra edindikleri mal ve mülklerinin gösterilmesi gerektiği belirtilmektedir.
Eğer kişinin herhangi bir mal varlığı yoksa bu durum kaydedilmekte ve vergi tahakkuk ettirilmemektedir. Temettüat Defterleri'nde "şunun bunun i'anesiyle geçinmekte olduğu" ifadesiyle hiç geliri olmayan ve başkalarının yardımıyla geçinen hane reislerinden vergi alınmadığı belirtilmektedir.
Gayr-i müslimlerin çeşitli imtiyazlara sahip olmaları ve vergiden muaf tutulmaları büyük işyeri ve ticarethane sahiplerinin dikkatinin çekmiş ve dolaylı olarak bu imtiyazlardan yararlanmak istemişlerdir. Temettü vergisi önceleri Osmanlı tebaasından alındığı halde daha sonraları ahalinin vergi vermemek için, özellikle Dersaadet'te büyük ticarethanelerini ve işyerlerini ecnebilere devretmeleri ve bu durumda hazineyi büyük zarara uğratması nedeniyle Temettüat vergisinin ecnebilere de teşmili için teşebbüslerde bulunulması ve yeni düzenlemeler yapılması istenmiştir.
Vergiden muaf tutulan vakıfların gelirleri de mütevellilerin ailelerine bırakılmıştır.
Vergiden muaf olan insanların Temettüat Defterleri'nde yer almaları Osmanlı Devleti'nin en küçük birimlerine kadar halkından haberdar olma isteğinden kaynaklanmıştır.
TEMETÜAT DEFTERLERİ'NİN ARŞİVDEKİ YERİ VE KATALOGLAR
Maliye Varidât Kalemi defterlerinden olan Temettü Defterleri Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde ML.VRD.TMT kaydıyla bulunmaktadır. 1988'e kadar bir kısmı maliyeden müdevver ve Kamil Kepeci tasnifleri arasında rastlanmaktaydı. 1988'de kataloglanarak araştırmaya sunulan Temettüat Defterleri serisi 9 katalogda toplanmıştır. 17 747 defteri ihtiva eder. Defterlerde ve o devirdeki idarî taksimât esas alınmıştır. Eyaletler kendi içinde alfabetik olarak kazalara ayrılmıştır. Sonra sıra numarası verilmiştir. Defterlerin çoğu 1261 sayımından kalmıştır.
Defterleri ilk ele alan Prof. Dr. Tevfik Güran'dır. İncelemelerde Yavuz Cezar ve Mübahat Kütükoğlu öncülerdendir. Ege bölgesine ait Temettüat Defteri'nin yanmış olması Mübahat Kütükoğlu'nun çalışmalarını aksatmıştır. Üniversite bazında İstanbul Üniversitesi, Ege ve Erciyes Üniversiteleri yoğun bir şekilde çalışan üniversitelerdir.
Said Öztürk Temettüat Defterleri hakkında geniş bir makalede çalışırken, Prof. Dr. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapısı ve Abdüllatif Şener,Tanzimat Döneminde Osmanlı Vergi Sistemi adlı çalışmalarında Temettüat Defterleri'nden yararlanmışlardır.
_PDATE 8.06.2002 Saat: 17:54
_PTOPIC osmanlı kültür mirası
Osmanlı taşrasının anlaşılmasına yönelik tahlilî çalışmalara imkân veren iki defter serisine sahibiz. Bunlardan; Birincisi: Klasik dönem Osmanlı Tarihi'nde devlet yapılanmasında önemli bir yeri olan Tapu Tahrirleri'dir. Tımar sisteminin uygulanabilmesi için idarî, sosyal, ekonomik ve askerî düzenlemeleri yapmak amacıyla bölgelerin imkânlarını tesbit etmiştir.
İkincisi ise; Osmanlı Devleti'nin yenileşme döneminde ( 19. yy ) düzenlenen defter serisidir ki düzenleniş tarzı ve içeriğindeki bir kısım değişik ögelerle Klasik Dönem Tapu Tahririleri'nden ayrılan Temettüat Defterleri'dir. Temettüat Defterleri araştırmacılara bulunduğu döneme ve ait olduğu bölgeye ilişkin sosyo-ekonomik ve demoğrafik yapı hakkında daha mükemmel ve teferruatlı bilgiler sunar.
Temettü, meta'-tefe'ül bâbında mal, eşya, kazanç, kâr etme, fayda görme mânâsına gelir.
Fertlerin iktisadî imkânlarını tesbit etmek suretiyle kişinin ekonomik gücüne, senelik kazancına göre tarih edilecek verginin tesviyesi amacına yönelik olarak Osmanlı Devleti'nin önemli bir kesiminde emlâk, arazi, hayvanat ve temettüat sayımları sonucu oluşan ve kısaca adına Temettüat Defterleri denen defter koleksiyonları Osmanlı taşrasına ilişkin tahlilî çalışmalar için önemli istatistikî verileri kapsar. Yani kişiye kazanç sağlayacak her türlü mal varlığı, tarla, bahçe, ev, dükkan, hayvanlar ve bundan başka gelir getiren bir mesleği varsa bunların hepsi tesbit edilerek her mükellefin kişisel servetine ve senelik kazancına göre bir vergi konmaya çalışılıyor.
Bu herkesin kazancına göre vergi alınması usulü fermânındaki eşitlik ilkesine dayanarak uygulamaya konulmuş, Tanzimat'ın cari olduğu yerlerde 1840-1845'te iki sayım yapılmış Temettüat Defterleri bu sayımlar sonucu oluşmuştur. İşte bu sayımlar Osmanlı taşrasının anlaşılmasına yönelik önemli istatistikî bilgiler sunar. Nüfus defterleri kadar, nüfusun tesbiti açısından mühim değillerse de Temettüat Defterleri hüviyetleri itibariyle çok daha teferruatlı bilgi ihtiva etmektedir. Hazırlandığı döneme ve ait olduğu bölgeye ilişkin kapsadığı zengin ma'lumât ile bölgenin mikro ve makro düzeyde sosyo-ekonomik profilinin çıkarılması noktasında özgün bilgiler ihtiva eder. Mikro düzeyden kasıt en küçük sosyal birim olan aile, yani defterdeki ifadelerle hânedir. Temettüat Defterleri işte bu en küçük sosyal birim olan hâne düzeyinde bilgi verir. Bunun yanında hâne düzeyindeki bilgilerden bölge düzeyinde bilgilere ulaşılabilir. Yani bu tek hânelerden mahallelerin, mahallelerden şehirlerin, şehirlerden bir bölgenin sosyo-ekonomik profilini çıkarabiliriz. Mikro düzeyden makro düzeye bilgiler veren Temettüat Defterleri kadar ayrıntılı bilgi veren başka kaynak yoktur. Tapu Tahrirleri de bulunduğu dönemin sosyo-ekonomik yapısı hakkında önemli bilgiler verse de bu bilgiler Temettüat Defterleri gibi hâne düzeyine inmemiştir. Sadece yazıldığı bölgenin genel vergi yüküne ışık tutuyordu. Yani Tapu Tahrirleri ile Temettüat Defterleri arasında bir çok fark var. Öncelikle Tapu Tahrirleri bir köyün veya mezranın adını, bu köyün vergi mükelleflerini, mükelleflerden tahsil edilmesi gereken toplam vergi miktarını, toplam verginin hangi kalemden alınacağını verirken Temettüat Defterleri vergi mükellefinin adını, şöhretini, şemailini, mükellefin vergiye esas olan gelir kaynaklarını, kaynağın yıllık gelirini, gelire göre tarh edilecek vergiyi ayrıca bunlardan fazla olarak varsa ziraat dışı gelir kaynaklarını ve bu kaynaklardan tarh edilecek vergiyi kaydetmektedir.
Kısaca Hâne esasına dayanan Temettüat Defter sayımları araştırıcıya üç cevapta bilgi verir.
1. Hâne reislerinin menkul ve gayrimenkul servetleri
2. Gelirler
3. Vergi ödemeleri
TEMETTÜAT DEFTERLERİ'NİN TARİHİ GELİŞİMİ
Bilindiği gibi 16. Yüzyıl Osmanlı Tarihi'nin önemli bir kırılma noktasıdır. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren iç ve dış faktörlerin etkisiyle Osmanlı toplumu çözülme sürecine girmiştir. Bu dönemde Osmanlı toplum düzeyinin temellenmesinde aslî bir işlev gören tımar sistemi de iyice sarsılmış ve bu sisteme bağlı bütün alt sistemler geleneksel fonksiyonlarını yerine getiremez hale gelmiş ve değişime uğramıştır.
Osmanlı yöneticileri ise bu sarsıntının baştan beri farkındaydılar. Kaleme alınan ıslahat risalelerinde yer alan tema, tımar nizamının yeniden tesis edilerek sistemi eski gücüne kavuşturmak yönündeydi. Bu sebeple ıslahat tedbirlerine ilişkin öneriler başta tımar olmak üzere, vergi sistemi, müsâdere, narh, sikke tağşişi gibi geleneksel iktisat politikası araçları üzerinde yoğunlaşıyordu. Yani aydınların reçetesi Kanun-u Kadim'e dönüştü.
Bozulan nizamı eski haline getirme gayretlerinin yer aldığı ıslahat risalelerinin muhtevası Osmanlı'nın Batı'ya açılmasıyla değişime uğramıştır.
II. Viyana Kuşatması'nı müteakip Osmanlı devlet adamları gözlerini geçmişte kalan muhteşem maziden, güçlü düşmanların örnekliğine çevireceklerdi. Kanun-u kadimin ihyası düşüncesine karşı ilk tereddütler 17. yüzyılda yazılan ıslahat risalelerinde görülmüştür. 19. yüzyılda ıslahat teşebbüslerinde Batı'ya yönelme eğilimi güçlenecek hatta bu tutum Batı baskısından kurtulmanın bir yolu olarak görülecekti.
Ekonominin ağır kriz altına girdiği bu dönemde yani 1789-1839 yılları arsında III. Selim ve II Mahmud tahtta bulunuyordu. III. Selim bütçe açıklarını kapatmak için geleneksel yöntemlere başvurmakla birlikte bazı yeni önlemler almıştır. Ama yine de istenen neticeye ulaşamamıştır. Dışarıdan borç alma girişimi de boşa çıkınca ya yeni vergiler koymak ya da eski vergilere zam yapmak durumunda kalmıştır. Bu dönemde ilk olarak Nizam-ı Cedid Ordusu kurulmuş bu ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için İrâd-ı Cedid Hazinesi oluşturulmuştur. III. Selim döneminde malî alanda bu ıslahatlar yapılırken II. Mahmud dönemine gelindiğinde malî ıslahatlar önem kazanır. Bu dönemde yeni hazineler oluşturulur. Bunlar: Devlet Hazinesi, Tersane Hazinesi, Mukata Hazinesi ve 1826'daki Asâkir-i Muhammedî askeri ocağı için Mansure Hazinesi oluşturulur. Bu hazinelerle maliyede etkinlik gösteren bu kuruluşlar özerk hale getirilmek istenmiştir. 1834 yılına gelindiğinde Asâkir-i Muhammediye Defterdârlığı oluşturulur. Bu defterdârlıkta hazinenin iç ve dış gelirlerinin tek elde toplanmasına çalışılmıştır. Daha sonra defterdârlık örgütü kaldırılarak yerine Maliye Nezareti örgütlenmeye çalışılmıştır.
II. Mahmud döneminde malî alanda yapılan diğer yenilikler ise; daha önce iltizâmla yönetilen hazine gelirlerinin doğrudan tahsil edilmesi gündeme gelecektir. Yine Memuriyet-i Mülkiye yani ülke kalkınmasının gerçekleşmesi için ticaret, ziraat ve sanayinin geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. Tanzimat'ın ilanından bir yıl önce Umûr-ı Nafia Meclisi oluşturulur. Bu dönemde yapılan önemli bir gelişme ise Hüdavendigar ve Gelibolu sancaklarında ilk tahrirî denemelerinin yapılması olur. Tahririn amacı vergide adaleti sağlamak, adil vergilemeyi gerçekleştirmektir. Bu çalışmalar Tanzimat ıslahatının öncüleri sayılır. II. Mahmud döneminde bu tahrir çalışmaları sırasında Tevzi Defterleri tutulmuştur. Bu defterler Temettüat Defterleri'ne tecrübe olacaktır. II. Mahmud dönemindeki bu tahrirî çalışmaları pek netice vermemiştir. Bunun için örfi vergiler eskisi gibi iltizâm usulüyle alınmaya devam edilmiş ve tahrirî işi belli bir süre askıya alınmıştır.
III. Selim ve II. Mahmud'un yaptığı ıslahatlardan sonra Osmanlı Devleti'nde bir simge olan Tanzimat Fermanı olarak bildiğimiz Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu 3 Kasım 1839 ( 26 Şaban 1255 )' da ilan edildi. Tanzimat Fermanı memuriyet-i mülk ve devlet için bir kalkınma modeli, mülk ve milleti ihya hareketi ve yeniden yapılanma sürecinin başlangıcını oluşturuyordu. Tanzimat'ın hareket noktası imâr-ı memalik, bilad, terfi-i ahvâl-i ahâli ve ibâd idi. Yani memleketin imarı ve bütün reayanın durumunu düzeltmek ve refahını sağlamaktı. Maliyede ıslahat neredeyse Tanzimat'ın temelini teşkil ediyordu. Tanzimat hareketinin can ve mal emniyeti ırz ve namusun muhafazasından sonra maliyenin ıslahı en önemli konu idi. Hatta vergi ıslahatı daha da öncelikliydi. İdarî alanda yapılan ıslahat malî merkeziyetçiliğin uygulanmasında bir araç olarak kabul edilmiştir.
Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu'nda şu cümleler zikrediliyor: (Sadeleştirilmiş) 5. Madde:"İltizâm usulü bir memleketin siyasî maslahat ve malî işlerini bir tek adamın iradesine ve belki onun kahır pençesine teslim demektir. Eğer teslim edilen adam da iyi bir adam değilse sadece kendi çıkarına bakıp bütün hareketleri gadr ve zulümden ibaret kalır. Bu sebeple bundan sonra memleket ahâlisinden her ferdin mal varlığı ve maddi gücüne göre uygun bir vergi vermesi, kimden fazla bir şey alınmaması, Devlet-i Aliyye'mizin karada ve denizde askerî masrafları ve diğer giderlerinin dahi gerekli konularda açıklanması ve sınırlanması ve bunlara göre icraatın yapılması zaruridir."
Tanzimat Fermanı ile eski vergi usulünün usulsüzlüğü gözler önüne serildi ve her kişiden eşit oranda vergi alınması gerektiği ve devlet masraflarının sınırlanması ve açıklanması isteniyordu. Yani verginin âdil tarh tesviye ve tahsili fermanda önemli bir yer teşkil ediyordu.
Tanzimat'la birlikte Osmanlı vergi sistemi, içerisinde cumhuriyete gelinceye kadar sürecek bir dönüşümün başlangıcını oluşturuyordu. Fermanla malî ıslahat çerçevesinde örfi vergilerin yerine ancemaatin veya komşuca alınan vergi gibi isimler alan vergilerin tek isim altında toplandığı vergi sistemi getirilmiştir. Ancemaatin vergi , tevzi olunan vergi ifadesi vergilerden bir cemiyet veya topluluğun sorumlu tutulması ve bu verginin topluluğun üyeleri arasında ödeme gücüne göre paylaştırılması demektir. Yani bir köy veya kasabanın durumuna göre o yerin malî ortalaması bulunuyor ve ortalamanın üzerinden kişinin gelirine göre vergi alınmasına karar verilmiştir. Bu sistemle devlet ilk defa mükelleflerle yani vergi veren halkla doğrudan doğruya temasta bulunmaya başlamıştır. Tanzimat'tan sonra yayınlanan talimatnamelerde kanun uygulamaya konulmaya çalışılmıştır.
TEMETTÜATIN UYGULAMAYA KONMASI
25 Ocak 1840 tarihinde Meclis-i Vâlâ tarafınca düzenlenen talimatname ile görevleri gereği tesbit edilen muhassıllar memur-ı müstakillerdir. Vergiyi vali ve ayanların kontrollerinden alarak devlet hazinesi adına tahsil edilmesini sağlayacak maaşlı devlet memurlarıydı. Muhassıllar tayin oldukları eyalet ve livaların bütün malî işlerinden sorumlu idiler. Tanzimatın taşrada tanıtılmasında da aktif rol oynayacaklardı. Görevlerini rahat yerine getirebilmeleri için nizamiye askerleri maiyetlerine verilecekti.
Tahriri yaparken şu hususlara önemle dikkat edilmesi gerekiyordu : Herkesin isim ve şöhreti, sahip oldukları bütün mal varlıkları, ne kadar emlak ve arazisi olduğu ve ayrıca ne kadarının ekili ve nadasa bırakıldığı, bağ ve bostanı, her türlü hayvanı, tüccar ve esnafın bir senelik tahmini geliri olacağı incelenerek tahriri yapılacak ve bunların yıllık gelirleri ve bu gelir üzerinden tahsili istenen vergi tesbit edilecek, tahrire köylerden başlanılacak ve her bir köyün defteri ayrı tutulacaktı. Muhassıllar tahrire nezaret edecekler, yanlış ya da noksan yapanlar cezalandırılacaktı.
Muhassıllara uymaları gereken noktaları bildiren Talimat-ı Seniyye ve bir de tezkire veriliyordu. Buna göre önce köy ahalisinin emlak ve akarı ile verecekleri verginin yaklaşık miktarı belirlendikten sonra asıl kazada bulunan halkın emlak ve akarı hatır ve gönüle bakılmayacak ve bir fert bile istisna tutmayacak hakkaniyetle tahrir olunmalı deniyordu. Yine aynı tezkirede kazanın ileri gelenleri; müftü, hatip, imam vb. eskiden beri vergi vermedikleri için şimdi kaşı gelebilirlerdi. Fakat muhassıllar kazada emlakı olan kim olursa olsun vergi vermesini sağlamaya çalışacaklar, ellerinde eğer berat veya emr-i âli varsa alacaklardı. Bu kişilerin istisna tutulması ile halkın tepki vermesinden çekinilerek bu kişilerin gerekirse mahkemeye sevkedilmeleri ve cezalandırılmalarına karar verildi.
Muhassıllar verginin adil ölçüler içinde vergi tarh ve tahsilini sağlarken tahriri talimatnamesinin dışına çıkmayacaklar, halka yumuşak ve mutedilâne davranacaklar, edepli ve ölçülü olacaklardı. Böyle davranmadıkları takdirde görevlerinden alınacaklardı. Karamürsel Muhassılı İsmail Ağa, Hacegândan Niğde Muhassılı Tahir Bey, Milas Muhassılı Aziz Ağa işlerinde gereği gibi davranmadıkları ve halkın şikayetleri ile görevlerinden alınan muhassıllara örnek teşkil ederler.
Muhassılların gittikleri yerlerde verginin belirlenip dağıtım ve diğer işlerin görüşülüp kararlaştırılması için talimatnameye konulan 2. madde ile muhassıllık meclisleri oluşturuldu. Bu meclislerde Muhassıl-ı mal, iki katip, mahalli hakim, müftü, bir asker zabiti ile halktan güvenilir dört kişi olmak üzere on kişinin görev alması emredildi.
1256 senesi vergini tevzii bu meclisler tarafından gerçekleştirildi. Defterler meclise geldikçe ilgili şahıslar kaza ve köylerdeki halkın Ruz-ı Hızır, Ruz-ı Kasım aylarında iki taksitle ödeyecekleri vergi miktarı belirlenerek deftere kaydedildi.
Muhassılların yanlarına alarak İstanbul'a götürdükleri bu defterler merkezde hazine tarafından tetkik edilerek Bâb-ı Âli'ye veriliyor Meclis-i Vâlâ'ca tetkik edilerek padişahın iradesi alınarak hangi seneden itibaren muteber olacağı başta eyaletin vali ve defterdârları olmak üzere bütün köy ve kazanın ileri gelenlerine hitaben emr-i âliden isdâr edilip gönderiliyordu.
1256 sayımları istenilen veya beklenilen neticeyi vermediği gibi hazine gelirlerinde büyük azalma görüldü. Bu başarısızlığın en büyük sebeplerinden biri bu göreve atana kişilerin mültezimlere yakın ilişkileri olanlardan seçilmiş olmalarıydı. Ayrıca büyük ailelerin çıkarları zedelendiği için vergi vermede direnmeleri mal varlıklarını vakfetmiş gibi göstermeleri başarısızlığın önemli nedenlerindendi. 1842 yılında eyalet idaresine yeni bir nizam vermek ve muhassıllıkla ilgili problemi kökünden çözmek için muhassıllıklar kaldırılarak valilerin sancaklarına hükmetmesi şeklindeki eski kural tekrar getirilerek Müşirlik sistemi kuruldu. Valilerin maiyetine bir defterdâr, ayrıca her sancağa birer kaymakam ve kazalara halkın yetenekli ve namuslularından birer müdür tayin edildi. Meclis-i Muhassıl ise yapı ve işlev bakımından önemli bir değişikliğe uğramadan adı Memleket Meclisi olarak değişikliğe uğramıştır.
Devletin tamamında uygulamaya konmaya 1256 sayımı Hüdavendigar, Konya, Aydın, Sivas, Ankara, Biga, Edirne, Rumeli, Silistre, Vidin, Selanik gibi Anadolu ve Rumeli'nin bazı eyaletlerinde uygulanmıştır.
1261 SAYIMI
1256 sayımlarından istenilen sonuçlar alınamamıştır. Bunun en önemli nedeni yine yolsuzluklar olmuştur. Bu sayımlarda bazı kazalarda ağır bazılarında hafif vergiler alınması, şahıslar planında kaydedilen vergilerin çok farklı oranlarda çıkması, bazı kazalarda vergi indirimi yapılırken bazı yerlerde artış yapılması bu yolsuzlukların başını çekiyor, yine Cihet-i Hakkaniyet gözetilmiyordu.
Bu hoşnutsuzluklardan dolayı 1259 saferinde âdil ölçülerde vergi alınması için yeni sayım gündeme gelmiş fakat halkın tepkisinden çekinilerek uygulamaya konmamıştır. Bu yüzden yeni çözüm yolları aranmaya başlanmıştır. Meclis-i Vâlâ'da yapılan müzakerelerle her eyaletten biri Müslüman diğeri Hıristiyan iki kişi çağrılarak, imar ve ahalinin refahının temini için görüşlerine başvurulmasına karar verilmiştir. Ve yapılan görüşmelerde emlâk ve temettü tahriri yapılmasına karar verilmiştir.
1261'de yapılan bu müzakerelerde iki temel konu üzerinde duruldu:
1- Eşit şekilde alınan vergilerin gelirleri arttırması
2- Her mahallin hâsılât ve temettüatının layıkı ile yapılması idi.
Temettüatın yeniden tahkiki için müşir, defterdâr ve kaymakamlar marifetiyle icrâ olunması isteniyordu. Sayımların ne suretle yapılacağını belirten örnek matbu nüshalar taşraya gönderilecektir. Ülkenin bütün bölgeleri Tanzimat uygulamalarına dahil edilmemiştir. Bu sayımda Erzurum, Diyarbekir ve Yanya gibi eyaletler de sayıma dahil edilmiştir. Bu sayım için merkezden görevliler gönderilmeyecek her köyün imam ve muhtarları reaya bulunan mahallelerin papaz ve kocabaşları marifetiyle ve ziraat müdür vekilleri nezaretinde tahrire başlanacaktı. Tahrir bittiğinde defterin sonu bunlar tarafından mühürlenerek tâbi oldukları kaza müdürlerine teslim edilecek ve kaza meclisinde kontrol ve tahkik edildikten sonra ya sancak kaymakamına ya da defterdâra teslim edilecektir. Defterler birbirlerine karıştırılmadan her köyün defterleri kaza kaza torbalara konularak takım halinde Maliye Hazinesi'ne gönderilecektir.
1261 sayımında taşrada sayım yapılan bölgelerden ilk etapta numûne olarak bir köyün defteri Meclis-i Vâlâ'ya geliyor ve burada usûl ve kaidesine muvafık olup olmadığına bakılıyordu. Tutulan defter usûl ve kaidesine uygunsa diğerlerinin de buna göre yapılması istenirdi. Merkeze gelen bu numûne defterler Meclis-i Vâlâ'da görülüyor ve uygun olmayanlar Maliye Nezareti'ne gönderilerek burada asıl numûne defterlerde belirtilen hususlara riayet edilmeden tanzim edilen defterlere gereken açıklamalar yazılarak tekrar mahallerine geri gönderiliyordu.
1261 sayımındaki aksaklıklar bunlarla sınırlı kalmıyor, bunun yanında katip ücretleri de sorun olmuştur. Osmanlı arşivinde maliyeden müdevver 7143 numaralı defter katip ücretleri ile ilgili çok sayıda yazışmayı kapsamaktadır. Katiplerin meclis tarafından belirlenen ücretleri Emval Sandığı'ndan ödenecek idi. Ancak bir mahalde eli kalem tutan kimse yoksa, yani dışarıdan katibe ihtiyaç duyulursa katiplerin ücretleri bölgedeki halk tarafından verilecek idi. Meclis tarafından belirlenen katip ücretleri, bir defaya mahsus olarak 1262 yılında emlâk vergisine ilave edilerek tahsil edilmesi yoluna gidilmiştir.
1261 sayımı uzun zaman almış ve bu sebeple bir yıl geçtiği halde sayım yapılamadığından Temettüat Defterleri gelmeyen yerler olmuştur. Meclis-i İmâr memurları merkeze geri çağrılması dolayısıyla, tahrir yapılmayan bölgeler için ellerinde bulunan tahrir talimatnâmesinin bir suretini orada bırakarak tahrir sayımının valiler denetiminde yapılması kararlaştırılmıştır.
Vergi mükellefinin maddî imkânları, kazançları ve şahsî hayatlarında meydana gelen değişikliklerin her yıl izlenmesi öngörülmüş ve tahsilat döneminden birkaç ay önce başlanılarak bu değişikliklerin tesbit edilmesi ve tashih edilmiş halinde defterin gönderilmesi kararlaştırılmıştır.
SOSYAL TARİH KAYNAĞI OLARAK TEMETTÜ DEFTERLERİ
Aile, Şahıs Ad ve Sıfatları :
Defterlerde verginin esas olduğu hane reislerinin isimleri kayıtlıdır. İsimler, tahrir defterlerinde "Ahmed veled-i Hamza" gibi bir önceki şahsın oğlu ve kardeşi olması halinde "Süleyman veled-i o" yahut "İbrahim birader-i o" şeklinde "veled" kelimesi kullanılarak yazılırken Temettü Defterleri'nde "Feyzullah Oğlu Salih" örneğinde olduğu gibi çok kere "Oğlu" kelimesi tercih edilmiştir. Maamafih "bin" ve "veled" kelimelerinin kullanıldığı defterler de vardır. Ancak 1256'daki defterlerde, şahısların isimleriyle birlikte, biraz tımar kayıtlarını hatırlatır tarzda "uzun boylu, orta boylu, ak sakallı" şeklinde eşkâllerine de yer verilmiştir. 1261'de tanzim edilen defterlerde bu kısma rastlanmaz. Çok kere "Osman oğlu Ali" veya "Hasan Oğlu İbrahim" şeklinde baba adı bazen de "Çullu Oğlu İbrahim" gibi babanın lakabı veya aile adı yazılmıştır. Aile adlarının mevcudiyeti mahalle veya köydeki akrabaların tesbitini mümkün kılmaktadır. Baba-oğul veya kardeşler, hatta bazen amca-yeğen ve kuzenler peş peşe veya araya bir yahut iki tane gelerek yazılmıştır. Bu kolay ayırt edilebilen bir aile adına sahip olmayanların da aynı ailenin kolu olduklarını ortaya koyması bakımından tesbitleri kolaylaştırıcı bir husus olmuştur. Bazı ailelerin bir kolunun diğer mahallelerde yaşadığı da görülmektedir. Aynı lâkabı taşıyanların çoğu iki haneden ibarettir.
Aynı mahallede oturmasalar bile kolay rastlanamayacak aile adlarına sahip olanların akraba olduklarına şüphe yoktur. Böylece ailelerin zaman içinde, muhtemelen bir evlilik sonucu kendi mahallerinden çıkarak diğer bur mahallede oturmaya başladıkları düşünülebilir. Hatta daha da ileri giderek bu nevi yer değiştirmelerin köyler ve kasabalar arasında da vuku' bulduğunu söyleyebiliriz. Zira köyde huzursuzluk çıkaranların civardaki köylere sürgün edildiği, veya diğer bir köy veya kasabada daha geniş imkânlar bulanların buralara göç ettikleri bilinen vakıadır. Temettü Defterleri'nde çok dikkatli bir araştırma neticesinde bu nevi göçlerin nereler arasında yapılmış olduğunun tesbiti de imkân dahilindedir. Temettüat Defterleri, sadece aile adlarının değil, yörede kullanılan şahıs adlarının tesbiti bakımından da mühim kaynak vazifesi görmektedir. Şahıs adlarında göze çarpan bir özellik de baba-oğul aynı adı taşıyanların sayılarında görülmektedir. Babası, doğumundan önce ölmüş bir çocuğa baba adının verilmesi yaygın bir uygulama ise de babasıyla aynı adı taşıyanların hepsinin yetim kaldıkları da düşünülmemelidir. Sosyal bakımdan adlar gibi sıfatların da şahısların belli özelliklerini göstermesi bakımından önemi büyüktür. Kara, sarı, uzun, küçük şeyh gibi sıfatların ifade ettikleri mânâ açıktır.
Hane Reislerinin Meslekleri :
1256 tarihli görülebilen defterlerde imam, muhtar gibi vazifeliler dışında sadece eşkâl verilip hane reisinin mesleğinin yazılmamasına karşılık 1261 sayımlarında ekseriya hane numarası üzerinde "Erbâb-ı ziraatdan idigi" , " çiftçi, gündelikçi, demirci, çulhacı" gibi hane reisinin mesleği yazılmıştır.
Küçük köylerde halkın hemen hemen hepsi yalnız ziraat ve hayvancılıktan geçimini temin etmektedirler. Ancak ziraatle uğraşanların hepsi toprak sahibi değillerdi. Toprağı olmayanlar, ailelerinin gücü toprağı işleyip ürünü kaldırmaya yetmeyen büyük toprak sahiplerinin yanlarında çalışmaktadırlar. Ekip biçecek az toprağı olanlar da büyük çiftliklerde gündelikçi olarak çalışmakta ve geçimleri için ek kazanç sağlamaktadırlar. Bu suretle biri nisbeten büyük çiftliklerde devamlı çalışan hizmetkârlar, diğeri ekim ve mahsulün kaldırılması sıralarında faydalanılan çapacı, gündelikçi ve ırgatlar olmak üzere iki ayrı ziraat işçi sınıfı ortaya çıkmış bulunmaktadır ki Temettü Defterleri'nde bu iki sınıfın durumunun takip edilmesi mümkündür.
Nisbeten büyük köylerde köyün bazı ihtiyaçlarının kendi içinde karşılanmasını temin edecek şekilde ziraat dışında bazı zanaat kollarının mevcut olduğu görüldüğü gibi hangi işlerin ne ölçüde yapıldığı da tesbit edilmektedir. Mesleklerin yazılmış olması bir mahallede veya köyde hangi zanaatın ne ölçüde geliştiğini tesbit etmemize imkân sağladığı gibi gelirin meslekler arası dağılımını ortaya koymaktadır. Hane reisleri içinde kadın ve yetimlere de rastlanmaktadır. Bunlar kadınsa eşi, çocuksa babası ölmüş olduğundan hane reisi durumuna gelmiş olanlardır.
İKTİSÂDİ TARİH KAYNAĞI OLARAK TEMETTÜ DEFTERLERİ
Gayr-i Menkuller :
Temettüat Defterleri incelendiğinde tahriri yapılan yer veya bölge hakkında sosyal ve iktisâdî bakımdan birçok bilgilere ulaşılabilir. Defterlerde hane reislerinin tarla, bağ, bahçe, bostan, arsa, harman gibi gayr-i menkullerinin teferruatlı bir biçimde dökümleri yapılmıştır. Bunlardan ahalinin refah seviyesi, gelir düzeyi, ekilip-biçilen ürün çeşitleri, bölgenin iklimi, ticarî durumu, yerleşim şekilleri vs. gibi bilgilere ulaşılabilir. Defterlerde ekili tarlalar, "mezru tarla" olarak kaydedilmiştir. Bunlar da "sulak tarla", "kıraç tarla", "dağ tarlası", "ova tarla" şeklinde nitelikleri belirtilerek kaydedilmiştir. Bu niteliklere bakılarak her birinden alınacak vergi ayrı ayrı tesbit edilmiştir. Ekili-dikili tarlaların haricinde kalan boş tarlalar ve kiraya verilen tarlalar da hâli ( boş ) ve kirada ( icârda ) şeklinde kaydedilmiştir.
Defterlerde; dikili ağaçların ürün elde edilenlerinden de vergi alındığından adet veya dönüm olarak bunlardan da bahsedilmiş ve adet olarak belirtilen meyve ağaçları için "sak"ve "dip" tabirlerine de rastlanmıştır. Özellikle zeytin ağaçlarının dağ ve ovada olanları birbirinden ayrılmış ve ova zeytinlerinden daha fazla vergi alınmıştır.
1256 ve 1261 tarihinde yapılan iki sayımın menkul ve gayr-i menkuller konusunda verdiği bilgiler birtakım farklılıklar arz eder. Şöyle ki; ilkinde tarla, bağ, bahçe gibi ekili-dikili gayr-i menkullerin dönüm olarak yüzölçümü, ev, dükkan, kahvehane gibi binaların ise adedi ile altında kıymetleri yani değerleri verilmiştir. Fakat bu sayımdan sonra önemli olan kıymet değil, vergiye esas olan yıllık gelir diye düşünülerek 1261 sayımında defterden "kıymet" hanesi çıkarılıp yerine "hasılât-ı senevisi" konmuştur. Halbuki kıymet bırakılıp hasılât-ı senevisi eklenseydi İktisât Tarihi açısından defterler çok daha faydalı olacaktı.
Mezru tarlalar içinde pirinç, pamuk, afyon, tütün, lök boya (zehri) gibi sanayi mahsullere ait tarlalar, ne tarlası olduğu belirtilerek kaydedilmiştir. Yani mezru tarlalar (ekili tarlalar) içinde sanayi mahsullerine ait tarlalar, özel bir öneme sahiptir. Eğer ürün bir sanayi değilse tarlanın ne tarlası olduğu belirtilmemiştir. İşte bu tarlalar hububat tarlasıdır.
Tarlalardan sonra bağ, bahçe ve bostanlara yer verilmiştir. 1256 sayımında bunların sadece yüzölçümü ve kıymetleri yazılmışken 1261'de gelirleri de kaydolunmuştur.
Temettüat Defterleri'ne kaydedilen diğer gayr-i menkuller evler, dükkanlar ise tahrir arasında ayrıntılı bir şekilde kaydedilmiştir. Evlerin kaç oda, kaç kat olduğu , bahçesi, kuyusu, içme suyu gibi özellikleri belirtilmiştir. Hane reislerinin içinde bulundukları, ev gelire konu teşkil etmediğinden "kendisi mukîm" denilerek vergi kapsamına alınmamıştır. Eğer dükkanını kendi işletiyorsa "kendisi mukîm" denilmiş, kirada ise kira bedeli kaydedilmiş, hisseli ise kiminle müşterek işletildiği ve hisse miktarı yazılmıştır.
Hayvanlar:
Temettü Defterleri'ne gayr-i menkullerden sonra hayvanlar yazılmıştır. Böylece bir köy veya kasabada en çok hangi hayvanların beslenip yetiştirildiği ve bunlardan ne ölçüde kazanç sağlandığının tesbiti mümkündür. Ziraat yapılan yerlerde ahalinin toprağı işleyebilmesi için besledikleri öküz, camus, taşımacılıkta kullanılan merkep, bargir, deve, at defterlere yazılan hayvanların başında gelir. Bu hayvanların yetiştirildikleri bölgelere göre dağılımına baktığımızda ise hayvan sahiplerinin genellikle ziraatle uğraşan çiftçilerden hali vakti yerinde olan ve geniş arazi sahipleri olduğu görülür.
Çiftçilikte ve taşımacılıkta kullanılan hayvanlardan sonra eti, sütü ve yünü için beslenen ve genelde her meslek sahibine ait evlerde bulunan koyun, keçi, inek gibi hayvanlar yazılır. Hayvanlar, koşu öküzü, âla-evsat, erkek-dişi, sağman-kısır veya döllü-dölsüz şeklinde yazılmaktadır.
Ayrıca arıcılık yapılan yerlerde her kovan başına vergi alındığı görülmektedir. Hayvanlar, 1256'da hayvanların kıymetleri sayılırken 1261 sayımında hangi hayvanın kaç kuruş vergi getirdiği belirlenmiş ve bu hayvanlardan gelen gelirlerden de vergi alınmıştır.
VERGİLER :
Vergiler her hane reisinin isminin üst tarafında ve dikine olarak yazılmıştır. Ancak vergi kaydı hususunda da 1256 ve 1261 sayımlarında tutulan defterler arasında fark bulunmaktadır. 1256'da vergilerden sadece vergi-yi mahsusaya yer verilmiştir bunda da bazı defterlerde Ruz-ı Hızır ve Kasımda verilecek taksitler belirtilmiş bazılarında ise tek rakamla senelik bildirilmiştir. 1261 sayımlarında ise sene-i sabıkada bir senede vermiş olduğu vergi-yi mahsusa ile birlikte öşür ve adet-i ağnam vergileri de kaydedilmiştir.
Defterleri ayrı tutulan gayr-i müslimlerin ise mükellef olduğu cizye dilimi, yani ednâ, evsât ve âlâ olduğu ayrıca cizyeden sorumlu oğulları varsa bunların da hangi oranda cizye vereceği belirtilmiştir.
Muaflar :
Tahrir defterlerinde vergiden muaf olanlar için "bâ-berat-ı sultanî imam", "kürekçi", "tuzcu", "pîr-i fânî" gibi şerh verilmiştir. Temettü Defterleri'nde de muaf olanlar hemen hemen aynı şekilde gösterilmiştir. Ancak 1256 sayımında imam, müezzin veya şeyh denmekle yetinildiği halde 1261 sayımında "bâ berat Beyaz Camiî İmamı", "bâ-berat Hızır İlyas Baba Tekyesi Şeyhi" gibi hangi camiin, tekkenin imamı veya şeyhi veya katibi olduğu belirtilmektedir.
Ayrıca muhassıllara gönderilen tezkirelerde eskiden beri muaf tutulan müftü, hatip, imam vb. şahısların vergi vermeme yönünde bir niyetlerinin olmasının mümkün olabileceğine dikkat çekilmektedir. Buradaki amaç, her kim olursa olsun durumuna göre, vergi vermesini sağlamaktadır.
Bu defterlerde ayrıca mansûre ve redif olanlar veya bu teşkilatlarda yakınları bulunanlar da "asâkir-i mansûre tekaüdü" veya " oğlu redif" şeklinde belirtilmiştir. Burada devlet için çalışan askerî sınıf ve birinci dereceden yakınları vergiden muaf tutulduğu görülür. Bu gibi askerîden olanlarını, emeklilikten önce ve sonra edindikleri mal ve mülklerinin gösterilmesi gerektiği belirtilmektedir.
Eğer kişinin herhangi bir mal varlığı yoksa bu durum kaydedilmekte ve vergi tahakkuk ettirilmemektedir. Temettüat Defterleri'nde "şunun bunun i'anesiyle geçinmekte olduğu" ifadesiyle hiç geliri olmayan ve başkalarının yardımıyla geçinen hane reislerinden vergi alınmadığı belirtilmektedir.
Gayr-i müslimlerin çeşitli imtiyazlara sahip olmaları ve vergiden muaf tutulmaları büyük işyeri ve ticarethane sahiplerinin dikkatinin çekmiş ve dolaylı olarak bu imtiyazlardan yararlanmak istemişlerdir. Temettü vergisi önceleri Osmanlı tebaasından alındığı halde daha sonraları ahalinin vergi vermemek için, özellikle Dersaadet'te büyük ticarethanelerini ve işyerlerini ecnebilere devretmeleri ve bu durumda hazineyi büyük zarara uğratması nedeniyle Temettüat vergisinin ecnebilere de teşmili için teşebbüslerde bulunulması ve yeni düzenlemeler yapılması istenmiştir.
Vergiden muaf tutulan vakıfların gelirleri de mütevellilerin ailelerine bırakılmıştır.
Vergiden muaf olan insanların Temettüat Defterleri'nde yer almaları Osmanlı Devleti'nin en küçük birimlerine kadar halkından haberdar olma isteğinden kaynaklanmıştır.
TEMETÜAT DEFTERLERİ'NİN ARŞİVDEKİ YERİ VE KATALOGLAR
Maliye Varidât Kalemi defterlerinden olan Temettü Defterleri Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde ML.VRD.TMT kaydıyla bulunmaktadır. 1988'e kadar bir kısmı maliyeden müdevver ve Kamil Kepeci tasnifleri arasında rastlanmaktaydı. 1988'de kataloglanarak araştırmaya sunulan Temettüat Defterleri serisi 9 katalogda toplanmıştır. 17 747 defteri ihtiva eder. Defterlerde ve o devirdeki idarî taksimât esas alınmıştır. Eyaletler kendi içinde alfabetik olarak kazalara ayrılmıştır. Sonra sıra numarası verilmiştir. Defterlerin çoğu 1261 sayımından kalmıştır.
Defterleri ilk ele alan Prof. Dr. Tevfik Güran'dır. İncelemelerde Yavuz Cezar ve Mübahat Kütükoğlu öncülerdendir. Ege bölgesine ait Temettüat Defteri'nin yanmış olması Mübahat Kütükoğlu'nun çalışmalarını aksatmıştır. Üniversite bazında İstanbul Üniversitesi, Ege ve Erciyes Üniversiteleri yoğun bir şekilde çalışan üniversitelerdir.
Said Öztürk Temettüat Defterleri hakkında geniş bir makalede çalışırken, Prof. Dr. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapısı ve Abdüllatif Şener,Tanzimat Döneminde Osmanlı Vergi Sistemi adlı çalışmalarında Temettüat Defterleri'nden yararlanmışlardır.
11 Eylül 2011 Pazar
10 Eylül 2011 Cumartesi
http://www.koksav.org.tr/ebulten/eyl-ek-kas2008/081127_hk_ekaraca.html
Bursa’da İpekböcekçiliği ve İpek Üretiminde Mevcut Durum, Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Esra Karaca
27 Kasım 2008
Giriş
İpek, uygarlığın en eski devirlerinden beri, doğal yapısı, parlaklığı, inceliği, yumuşaklığı, dayanıklılığı, esnekliği, hidrofilliği ve kendine özgü tutumuyla en kıymetli tekstil hammaddesi olma özelliğini korumaktadır.
Ülkemizde 1500 yıllık bir geçmişe sahip olan ipekböcekçiliği, ekonomik ve sosyal nedenlerle zaman zaman krizli dönemler geçirmesine rağmen, geleneksel olma özelliği nedeniyle kırsal kesimdeki çiftçi ailelerinin vazgeçemediği bir üretim kolu olmaya devam ederek günümüze kadar gelmiştir. Ortalama 2000 civarında üretici ailenin bir gelir temini için uğraştığı bu faaliyet, özellikle 90’lı yıllarda yeniden yaşanan üretim düşüşlerinden kurtulma çabaları içerisindedir.
Bu sektörde yaklaşık 300 bin dolayında kişinin koza üretimi, işlenmesi, ipek ipliği üretimi, ipekli kumaş ve halı dokumacılığı ve bunların ticaretinde çalıştığı düşünülürse, bunun küçümsenmeyecek bir nüfus dilimi olduğu kabul edilebilir. Koza ve ipek sektörü, günümüzde, ülkemiz ekonomisine doğrudan ve dolaylı olarak 3 milyon YTL tutarında katkı sağlamaktadır.
Anadolu’da İpekböcekçiliği ve Bursa’nın Önemi
M.S. 552 yılında Bizanslılar döneminde Anadolu’ya getirilen ipekböceği tohumları önce Bursa’da değerlendirilmiştir.
16. yüzyıl başında ipekli dokumacılık büyük gelişme göstermiş ve dünya çapında bir üne kavuşmuştur.
16. yüzyıl ortalarından sonra Anadolu, Avrupa’nın rekabeti, ipeğe ve ipekli kumaşlara konulan ağır vergiler, doğu ülkeleri ile yapılan savaşlar sebebiyle ipekli dokumacılıktan vazgeçerek ham ipek ihracatına ağırlık vermek zorunda kalmıştır.
Anadolu ikliminin dut ağacı ve ipekböceği yetiştirmeye elverişli olması ve Avrupa’da hızla gelişen ipekli dokumacılığın Türkiye’deki ipekçiliği teşvik etmesi ile 1800’li yılların başlarında kaliteli kozalardan çekilmiş ham ipekler rakipsiz duruma gelmiştir.
1845 yılında Bursa’da buharla çalışan ve 60 mancınığı bulunan ilk Harir Fabrikası kurulmuştur. 1856 yılında fabrikaların sayısı 37’ye, bunlardaki mancınık sayısı ise 3000’e ulaşmıştır.
1860 yılında ipekböceklerinde görülen kataban hastalığı ve 1869 yılında Süveyş kanalının açılmasıyla Avrupa piyasalarına gelen ucuz Çin ve Japon ipekleri nedeniyle ülkemizde ipekböcekçiliği gerilemiştir.
1870 yılında pastör usulü hastalıksız tohum üretim metodunun bulunmasıyla ülkemizde ipekböcekçiliği yeniden canlanmaya başlamıştır. 1888 yılında Bursa Harir Darüt Talimi isimli ilk ipekböcekçiliği okulu kurulmuştur. 1908 yılında gerçekleşen 18 bin ton yaş koza üretimi tarihin en yüksek seviyesini oluşturmuştur.
I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları nedeniyle Avrupa pazarlarının kaybolması, çalışanların savaşa gitmesi, işgaller, ekonomik ve sosyal düzensizlikler yaş koza üretimini 1922 yılında 300 tona düşürmüştür.
1930 yılında İpekböcekçiliği Enstitüsü kurulmuştur. 1933 yılında 1.200 ton yaş koza üretilmiştir. Gerek Türkiye gerekse Bursa ili koza üreticileri için en önemli girişim 1940 yılında Koza Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin kurulması olmuştur.
Ancak, piyasalarda fiyat istikrarının sağlanamaması ve fiyatların giderek düşmesi, ipekböcekçiliğini olumsuz yönde etkilemiştir. Diğer taraftan, II. Dünya Savaşının sebep olduğu bunalım ve kimyasal liflerin rekabeti ile zor dönemler geçiren ipekböcekçiliği yeniden gerileme sürecine girmiştir.
1971’de Bursa’da İpekböcekçiliği Araştırma Enstitüsü’nün kurulması ve 1972’de polihibrit tohum üretimine geçilmesi ile üreticinin yeniden bu ürüne yönelmesi sağlanmıştır. Fakat, filatür sanayinin demode olmuş makinaları ile standart ham ipeği çekmenin mümkün olmayışı, 1970’li yıllarda Türkiye’yi kuru koza ihraç eden bir ülke konumuna getirmiştir.
1970’li yılların sonunda, ülkemizde ipek halı dokumacılığında görülen gelişme kuru koza ihracatını etkilemiş, 1980’den itibaren üretilen kozaların tamamından ham ipek çekilerek ipek halı üretiminde kullanılmıştır. Böylece ihracatımız ipek halı şekline dönüşmüştür.
1982 yılında, yaş koza üretiminin devlet desteğine alınması ile ipekböcekçiliğinin yaygınlaşması beklenmiş, ancak 1989’dan sonra Çin’in ucuz koza üretiminde gerçekleştirdiği hızlı gelişme ve alternatif ürünlerin rağbet görmesi gibi nedenlerle 1990’lı yıllardan itibaren ülkemiz ipekböcekçiliğinde gerileme başlamıştır.
İpekböcekçiliğinin Türkiye’deki Yeri ve Önemi
- Küçük aile işletmelerinde yaprak kesme ve taşıma işçiliği hariç tüm faaliyetler, yaşlı, özürlü ve çocuk gibi emeğini diğer tarımsal alanlarda değerlendirme olanağı bulamayan aile fertlerince yapılabilmektedir.
- Kırsal alanda gizli işsizliği önlemesi ve kısa zamanda yüksek gelir sağlaması açısından tarımsal gelirin daha dengeli dağılmasında önemli derecede etkili olmaktadır.
- İpekböcekçiliğinden elde edilen gelir, üreticinin paraya en çok gereksinim duyduğu, tarımsal üretim için girdilerin temin edilmesinin zorunlu olduğu bir dönemde, üreticinin en büyük yardımcısıdır.
- Yaş koza ürününün 35-40 gün gibi çok kısa bir zamanda elde edilmesi, pazarının hazır olması ve satışının peşin para ile yapılması, diğer tarım ürünlerinin üretimini de olumlu yönde etkilemektedir.
- İpekböcekçiliği, dut ağacının yetiştiği her yerde yapılabilir. Ülkemiz, coğrafi konumu nedeniyle diğer ülkelere göre daha şanslıdır. Çünkü Orta Doğu Anadolu’nun kurak bölgeleri ile Doğu Anadolu’nun yüksek yaylaları dışında her yerde dut ağacı yetiştirilebilir.
- İpekböcekçiliğinin evlerde yapılması, çiftçinin evine dezenfeksiyonun girmesini, bakım, onarım ve temizliğe önem verilmesini ve işbölümü, zaman gibi kavramların yerleşmesini sağlamaktadır.
- İpekböcekçiliği, yan uğraş dalı olarak tarımsal geliri artırırken, son 30 yıldan beri ipek halı ihracatı da, ülkemizin döviz getiren kaynaklarından biri olmuştur. Dünya ipek halı ihracatının %40’ını elinde bulunduran İran’ın, Irak ile savaşı sırasında dünya piyasalarından kısmen çekilmesi, ülkemizde ipek halı dokumacılığı ve ihracatını geliştirmiştir. Üretimin tamamına yakını ihraç edilen ipek halıcılıktan elde edilen döviz girdisi bazı yıllar 100 milyon doları geçmiştir.
Yaş Koza ve Ham İpek Üretiminde Dünya Piyasası
Başta Uzakdoğu ülkeleri olmak üzere dünyada 15 ülkede yaş koza üretimi yapılmaktadır. Ancak yıllık üretimi 1000 tonun üzerinde olan ülke sayısı 5’i geçmemektedir.
Üretim miktarına göre sırasıyla Çin, Hindistan ve Brezilya ilk sıralarda yer almaktadır. 2005 yılı verilerine göre, bu ülkelerin toplam yaş koza üretimi dünya üretiminin yaklaşık %99’unu karşılamıştır (Tablo 1).
Ham ipek ise, belli sayıda ülkede üretilmesine karşılık, tüm dünya ülkelerinde tüketilmektedir. Bazı ülkeler ham ipek üretimi için modern filatür tesisleri olmayışı nedeniyle ürettikleri yaş kozanın önemli bir kısmını kuru olarak ihraç etmektedirler.
Tablo 1. 2005 yılı dünya yaş koza ve ham ipek üretimi (ton)
Ülkeler Yaş koza üretimi
Ham ipek üretimi
Brezilya
7.146
1.285
Bulgaristan
42
6
Çin
584.220
87.800
Hindistan
126.261
15.445
İran
2.543
395
Japonya
626
150
Türkiye
156,9
27
Diğerleri
89,9
8,3
Toplam
721.058,5
105.098,3
Türkiye’de İpekböceği Tohumu Üretimi
Kaliteli ipek üretimi için kaliteli ve ipek verimi yüksek koza elde etmek, bunun için de tohum ırklarını ıslah etmek ve sürekli yenilemek gerekmektedir. Bu amaçla, iki saf ırkın (Japon ve Çin) melezlenmesi ile elde edilen polihibrit ipekböceği tohumu üretimi 1972 yılında ülkemizde de üretilmeye başlamış ve üreticiye daha kaliteli ve ucuz tohum temini gerçekleşmiştir.
Türkiye, dünyada ipekböceği tohumu üreten sayılı ülkeler arasındadır ve tohum kalitesi bu ülkeler içinde ilk üçte yer almaktadır. Tohum talebinin tamamı kendi üretimimiz ile karşılanmakta, zaman zaman tohum ihracatı yapılmaktadır (Tablo 2). Tohum ihracatı genelde Mısır, Yunanistan, İran ve İtalya’ya yapılmaktadır.
Tablo 2. Türkiye ipekböceği tohum üretimi, ihracatı ve ithalatı (kutu)
Yıllar Üretim
İthalat
İhracat
1998
7.601
--
600
1999
6.626
--
570
2000
4.481
--
--
2001
3.992
--
--
2002
--
200
50
2003
--
5.000
--
2004
6.070
--
--
2005
6.583
--
--
2006
8.715
--
600
2007
6.783
--
--
2008
6.500
--
--
Türkiye’de Yaş Koza Üretimi
Ülkemizde yaş koza üretimi, çeşitli ekonomik ve siyasi sebeplerle 1990 yılından 2001 yılına kadar hızlı bir azalma trendine girmiştir. Bu sebepler şöyle sıralanabilir:
- Dünya yaş koza üretiminde %70’lik bir paya sahip olan ve dünya ham ipek ve ipekli kumaş ticaretinde önemli rol oynayan Çin’in 1989 yılından itibaren koza fiyatlarını damping uygulayarak düşürmesi
- 1990’daki körfez savaşının olumsuz etkileri nedeniyle turizmin gerilemesi
-İran-Irak savaşının bitmesiyle İran’ın piyasalara dönmesi ve ipek halı ihracatının tıkanması
- Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından kurulan Türk Cumhuriyetleri’nden çok ucuz ve yasa dışı yolarla kuru koza ve ham ipek gelmesi
- Uzakdoğu’da başlayıp bütün dünya ülkelerini etkileyen Asya krizinin sonuçları
- Güneydoğu Anadolu bölgemizde yaşanan terör olayları
- Marmara bölgesinde sanayinin gelişmesi ve yoğun göç nedeniyle oluşan yapılaşma, zirai mücadele ilaçlarının aşırı ve bilinçsiz kullanılması
Böylece,
yaş koza üretimi 1990-2001 arasındaki 11 yılda yaklaşık %98 oranında azalmış,
yaş koza üreten il sayısı 1990’da 41’den 2001’de 16’ya düşmüş,
yaş koza üretiminde 90’lı yıllara kadar dünyada ilk 10 içinde yer alan ülkemiz, 2000 verilerine göre son sıralarda yer almıştır.
1991 yılından itibaren yaş koza üretimi devlet desteğindedir. Devlet tarafından belirlenen bir destek fiyatı üzerine Kozabirlik de bir alım fiyatı açıklamaktadır (Tablo 3).
Tablo 3. Türkiye’de yaş koza üretimi ve satış fiyatı
Yıllar
Yaş koza üretimi
(ton)
Yaş koza ortalama satış fiyatı
(TL/kg) (destek fiyatı+Kozabirlik alım fiyatı)
($/kg)
1998
127,49
1.250.000
5,20
1999
133,21
1.900.000
4,60
2000
59,78
2.375.000
3,70
2001
46,62
4.500.000
3,90
2002
100,01
7.500.000 (5.500.000 + 2.000.000)
4,70
2003
169,22
10.000.000 (7.000.000 + 3.000.000)
6,90
2004
143,41
10.000.000 (7.700.000 + 2.300 000)
6,80
2005
156,94
11,00 (8,50 + 2,50)
8,00
2006
126,57
12,00 (9,50 + 2,50)
8,50
2007
124,65
13,00 (9,50 + 3,50)
10,00
2008
124,63
15,00 (10,00 + 5,00)
12,20
Ülkemizde 1981 yılından itibaren ilkbahar (Nisan-Mayıs) ve sonbahar (Ağustos-Eylül) beslemesi olmak üzere yılda iki besleme yapılabilmektedir. Fakat sonbahar beslemesi, dut yapraklarının sertleşmesi, sıcaklığın düşmesi, pazarlama sorunları, kurutma problemleri ve düşük koza verimi gibi nedenlerle arzu edilen seviyeye ulaşamamış ve 1993 yılında sonbahar beslemesine son verilmiştir.
2008 yılı itibariyle ülkemizde 19 ilde ipekböceği yetiştiriciliği ve koza üretimi gerçekleşmiş ve toplam 124,64 ton yaş koza üretilmiştir. Koza üretiminin en yoğun olduğu bölge Marmara bölgesidir. 2008 yılında yaş koza üretiminin %28’i, bu bölgede bulunmaktadır. Bursa ili ise, %3,5’luk üretim payı ile Diyarbakır, Antalya, Bilecik, Ankara, Sakarya, Eskişehir ve Bolu illerinden sonra 8. sırada yer almıştır (Tablo 4).
Emeğini ve ürününü değerlendirmesi bakımından pazarlama üretici için çok önemlidir. Pazarlama ile ilgili tek kuruluş Kozabirlik’dir. Tohum dağıtılan tüm köyler Kozabirlik tarafından takip edilmekte ve yaş koza ürünü üreticiden doğrudan satın alınmaktadır.
Kozabirlik aldığı kozaları kurutmakta ve kuru koza olarak ihraç etmektedir. İhracat genelde Japonya, Hong Kong, Güney Kore, Endonezya, Paraguay gibi Uzakdoğu ülkelerine ve İtalya’ya yapılmaktadır.
Tablo 4. Bursa ipekböcekçiliği
Yıllar İpekböceği besleyen ilçe sayısı
(adet)
İpekböceği besleyen köy sayısı
(adet)
İpekböceği besleyen aile sayısı
(adet)
Dağıtılan tohum miktarı
(kutu)
Elde edilen
yaş koza
(ton)
2003
5
26
120
230
6,99
2004
5
22
133
231
5,75
2005
5
24
99
210,5
5,86
2006
6
29
102
238,5
5,25
2007
5
24
98
281
4,37
2008
4
18
73
200
4,39
Ülkemizde kuru koza ithalatı ise, son yıllarda hemen hemen hiç yapılmamaktadır (Tablo 5). Bunun nedeni, ham ipek ithal fiyatlarının neredeyse koza fiyatına düşmesi ve ülkemizde kozadan ham ipek üretimi için yeterli tesislerin bulunmamasıdır. Gerçekleştirildiği yıllarda ithalat, Türk Cumhuriyetleri’nden, İtalya, Hollanda ve Amerika’dan yapılmıştır.
Tablo 5. Türkiye’de kuru koza ihracatı ve ithalatı
Yıllar İhraç miktarı
(ton)
İhraç değeri
($)
İthal miktarı
(ton)
İthal değeri
($)
1998
1,02
6.438
21,42
194.236
1999
18,00
90.000
--
--
2000
54,00
263.910
--
--
2001
--
--
0,21
2.345
2002
3,05
4.170
--
--
2003
82,80
372.600
--
--
2004
61,20
225.360
--
--
2005
39,60
233.640
--
--
2006
33,49
202.000
--
--
2007
--
--
--
--
Türkiye’de Ham İpek Üretimi ve Endüstrisi
Ülkemizde üretilen ham ipeğin tamamına yakın bir bölümü ipek halı üretiminde kullanılmaktadır. Ancak ülkemiz ham ipek üretimi, ipek halı sektörünün ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır. Bu nedenle özellikle son yıllarda ham ipek ithali yoluna gidilmiştir. Ülkemizin yıllık ham ipek ihtiyacının 200 ton civarında olduğu düşünülürse yaklaşık 180 ton ham ipek açığının ithalat yolu ile karşılanması gerekmektedir (Tablo 6). İthalat özellikle, Çin, Brezilya, Özbekistan ve Kırgızistan’dan yapılmaktadır.
Ülkemizde üretilen ipek halının %100’e yakını ihraç edilmektedir. İhracat genelde, Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya yapılmaktadır. 2005 yılında ipek halı ihracatımız toplam halı ihracatının yaklaşık %12‘sini oluşturmuştur.
Tablo 6. Türkiye’de ham ipek üretimi ve ipek halı ihracatı
Yıllar Ham ipek üretimi
(ton)
İpek halı ihracatı
(m2)
İpek halı ihracatı
(1000 $)
2003
28
26.201
21.290,31
2004
24
24.517
26.079,26
2005
27
28.284
34.239,81
2006
22
18.412
31.217,90
1980’de kurulan ve Balkanların en büyük ipek çekme/bükme ünitelerine sahip Kozabirlik fabrikası, 1995’de randıman alınmaması yüzünden kapatılmıştır. Böylece, ham ipek çekimi sadece mancınıkla küçük aile işletmelerine bırakılmıştır. Bunlar genelde Ödemiş, Milas, Samandağ başta olmak üzere Bursa, Bilecik, Diyarbakır ve Alanya’da bulunmaktadır.
Boya, büküm, dokuma ve apre gibi işlemleri kapsayan ipekli tekstil endüstrisi, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana çoğunlukla Bursa ve çevresinde yer almıştır. 1980’li yıllarda sadece Bursa’da üretim yapan 18 ipekli tekstil fabrikası, ipek iplik ve kumaş piyasasındaki rekabet yüzünden üretimlerini polyester ve pamuğa kaydırmıştır. Neredeyse tek ipekli mamul olan ipek halının dokunması ise, Bilecik, Bursa, İzmir, Hatay, Kayseri ve Hereke’de el tezgâhlarında yürütülmektedir.
Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri
- Ülkemizde yüzyıllardır yapılmakta olan ipekböceği yetiştiriciliği konusunda bugüne kadar, 1926 tarihli bir kanun, 1953 tarihli bir kararname ve geçici sıfatını taşıyan 1971 ve 1986 tarihli iki talimatname çıkarılmıştır. Değişen teknoloji ve şartları göz önüne alarak konu ile ilgili güncel bir yasanın hazırlanmasının idari açıdan kolaylıklar sağlayacağı açıktır.
- Kışlaktan çıkış tarihi ve çeşidi aynı olan tohumlar farklı uygulama ile koza ve ipek kalitesinde farklılıklar yaratmaktadır. Bu sebeple, masrafları en aza indirmek, kutu başına düşen el emeğini azaltmak ve daha yüksek çıkış oranı sağlamak için ipekböcekçiliği yapılan köylerde toplu inficar evlerinin açılmasında büyük yarar vardır. Şu anda 5 bölgede (Bursa, Eskişehir, Alanya, Diyarbakır, Sakarya) toplu inficar evi uygulaması bulunmaktadır. Bunun en kısa sürede tüm ülkeye yayılması faydalı sonuçlar verecektir.
- Ülkemizde koza üretiminde en büyük paya sahip Marmara Bölgesi’nde sanayinin ve hızlı kentleşmenin yarattığı çevre kirliliği, zirai mücadele ilaçlarının aşırı kullanılması ipekböcekçiliğine zarar vermektedir. Oysa doğa koşulları bakımından ülkemizin tüm bölgeleri ipekböcekçiliğini mümkün kılmaktadır. Bu bakımdan, ipekböceği yetiştiriciliğinin sanayinin az geliştiği, çevre kirliliğinin olmadığı, monokültür tarımın uygulandığı ve işgücünün ucuz olduğu bölgelerde yaygınlaştırılması ülke üretiminin artmasına olumlu yönde etki edecektir.
- Dünya pazarlarına hakim olan Uzakdoğu ülkelerinde entegre tesisler sayesinde yılda 6 kez ürün elde edilmektedir. Koza üretiminde çok üretici yerine az fakat eğitimli üretici ile kaliteli ve dünya standartlarında ürün elde etmek hedeflenmelidir. Bunun için koza üretimi, modern tarım teknolojisi ve entegre tesisler ile desteklenmelidir. Böylece, hem maliyet girdileri aşağı çekilecek hem de elde edilen ürünün kalitesi ve standardı geliştirilebilecektir.
- 1996 yılında Gümrük Birliğine girilmesi ile gümrük fonları sıfırlanmış, ham ipek girişinde kolaylık sağlanmış, iç piyasanın rekabet gücü azalmıştır. Diğer taraftan, ülkemizde ipek iplikleri mancınıklarda üretildikleri için kalitesiz ve yüksek maliyetlidir. Bu bakımdan, kaliteli ipek ipliği ithalatının da yararlı olduğu söylenebilir. Fakat, bu durumun yerli ipek üretimini etkilememesi için ithal ve yerli ham ipek fiyatlarının dengeli tutulması zorunlu olarak görülmektedir. Bu nedenle, Japonya ve Çin’de örnekleri mevcut olan, ipek ithalatının ihtiyaç oranında resmi bir kuruluş tarafından yapılması ve iç üretime zarar vermeyecek bir fiyatla ihtiyaç sahiplerine aktarılması gerekmektedir.
- 1983 yılında Çin’in yaş koza üretimi dünya üretiminin %53’ü iken, 1991 yılında %74’e ulaşmıştır. Üretim artışına karşılık talebin aynı oranda artmaması sonucu Çin, arz fazlalığı ile karşı karşıya kalmış ve 1989’dan itibaren ham ipek fiyatlarında damping uygulamaya başlamıştır. Kilosu 55-60 dolar olan ham ipek fiyatlarını 20-25 dolara kadar indirmiş ve halen bu uygulamaya devam etmektedir. Yaş koza üreminin artırılması için en belirleyici faktör olan fiyatlar, makul ve istikrarlı bir şekilde desteklenerek Çin’in ve Türk Cumhuriyetleri’nin yıkıcı rekabetinden kurtarılmalıdır.
- İpek halıda desen, motif ve kalitenin güvence altına alınması önemlidir. Ayrıca, Türk ipek halılarının dünyada önemli bir yer edinebilmesi için gerekli olan kaliteli halı üretimi, halı ipliklerinin filatür ipeğinden yapılması ve halı standardının yerleşmesi ile mümkün olabilecektir.
- Ülkemizde üretilen ham ipeğin %90’ı halı imalatında kullanılmakta ve üretilen halının %100’e yakını ihraç edilmektedir. Tek bir ürüne bağlı kalınmaması ve ürün çeşitliliğine, özellikle katma değeri yüksek teknik tekstil ürünlerine, önem verilmesi ipekböcekçiliğimizin geliştirilmesine olumlu yönde etki edecektir.
Sonuç
Kozadan mamul maddeye kadar olan süreçte 17 misli katma değer yaratan ipekböcekçiliğinin çok az bir destekle sağlayacağı istihdam, döviz geliri, sosyal çözümler ve kültür ve tarih zenginliği herkesin kabul edeceği değerlerdir. Bu özelliklerin biri bile ipekböcekçiliğimizin yaşatılması için yeterli öneme sahiptir.
Kaynaklar
Karaca, E. (2004) “Türkiye’de İpekböcekçiliği ve İpek Üretiminde Mevcut Durum, Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Tekstil & Teknik, 236, 146-164.
Kozabirlik (2002) “İpekböcekçiliği ve İpekçiliğin Dünü, Bugünü”, Kozabirlik Yayınları, Bursa.
Ayhan Karagöz, Kozabirlik Genel Müdürü.
Kozabirlik istatistikleri, 2000-2008.
Akkılıç, Y. (2002) “İpekböcekçiliği”, Bursa Ansiklopedisi, Cilt 3, 927-936, Bursa.
Esra KARACA, Doç.Dr., Uludağ Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Tekstil Mühendisliği Bölümü 16059-Görükle BURSA
Eposta: celalmetin2004@yahoo.com
KÖKSAV E-Bülteni, KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Vakfı (KÖKSAV) tarafından çıkarılmaktadır. KÖKSAV bağımsız ve bağlantısız, günlük siyasî konumu olmayan bir kurumdur; merkezine Türkiye ve Türk dünyasını alarak araştırmalarını ulusal ve uluslar arası sosyal, siyasî ve stratejik konulara yoğunlaştırır, araştırma ve incelemeler yapar. Dolayısıyla, bu yayında ifade edilen bütün görüşler, değerlendirmeler ve varılan sonuçlar yalnızca yazarlarına aittir.
© 2008, KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Vakfı. Bütün hakları saklıdır.
Esra Karaca
27 Kasım 2008
Giriş
İpek, uygarlığın en eski devirlerinden beri, doğal yapısı, parlaklığı, inceliği, yumuşaklığı, dayanıklılığı, esnekliği, hidrofilliği ve kendine özgü tutumuyla en kıymetli tekstil hammaddesi olma özelliğini korumaktadır.
Ülkemizde 1500 yıllık bir geçmişe sahip olan ipekböcekçiliği, ekonomik ve sosyal nedenlerle zaman zaman krizli dönemler geçirmesine rağmen, geleneksel olma özelliği nedeniyle kırsal kesimdeki çiftçi ailelerinin vazgeçemediği bir üretim kolu olmaya devam ederek günümüze kadar gelmiştir. Ortalama 2000 civarında üretici ailenin bir gelir temini için uğraştığı bu faaliyet, özellikle 90’lı yıllarda yeniden yaşanan üretim düşüşlerinden kurtulma çabaları içerisindedir.
Bu sektörde yaklaşık 300 bin dolayında kişinin koza üretimi, işlenmesi, ipek ipliği üretimi, ipekli kumaş ve halı dokumacılığı ve bunların ticaretinde çalıştığı düşünülürse, bunun küçümsenmeyecek bir nüfus dilimi olduğu kabul edilebilir. Koza ve ipek sektörü, günümüzde, ülkemiz ekonomisine doğrudan ve dolaylı olarak 3 milyon YTL tutarında katkı sağlamaktadır.
Anadolu’da İpekböcekçiliği ve Bursa’nın Önemi
M.S. 552 yılında Bizanslılar döneminde Anadolu’ya getirilen ipekböceği tohumları önce Bursa’da değerlendirilmiştir.
16. yüzyıl başında ipekli dokumacılık büyük gelişme göstermiş ve dünya çapında bir üne kavuşmuştur.
16. yüzyıl ortalarından sonra Anadolu, Avrupa’nın rekabeti, ipeğe ve ipekli kumaşlara konulan ağır vergiler, doğu ülkeleri ile yapılan savaşlar sebebiyle ipekli dokumacılıktan vazgeçerek ham ipek ihracatına ağırlık vermek zorunda kalmıştır.
Anadolu ikliminin dut ağacı ve ipekböceği yetiştirmeye elverişli olması ve Avrupa’da hızla gelişen ipekli dokumacılığın Türkiye’deki ipekçiliği teşvik etmesi ile 1800’li yılların başlarında kaliteli kozalardan çekilmiş ham ipekler rakipsiz duruma gelmiştir.
1845 yılında Bursa’da buharla çalışan ve 60 mancınığı bulunan ilk Harir Fabrikası kurulmuştur. 1856 yılında fabrikaların sayısı 37’ye, bunlardaki mancınık sayısı ise 3000’e ulaşmıştır.
1860 yılında ipekböceklerinde görülen kataban hastalığı ve 1869 yılında Süveyş kanalının açılmasıyla Avrupa piyasalarına gelen ucuz Çin ve Japon ipekleri nedeniyle ülkemizde ipekböcekçiliği gerilemiştir.
1870 yılında pastör usulü hastalıksız tohum üretim metodunun bulunmasıyla ülkemizde ipekböcekçiliği yeniden canlanmaya başlamıştır. 1888 yılında Bursa Harir Darüt Talimi isimli ilk ipekböcekçiliği okulu kurulmuştur. 1908 yılında gerçekleşen 18 bin ton yaş koza üretimi tarihin en yüksek seviyesini oluşturmuştur.
I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları nedeniyle Avrupa pazarlarının kaybolması, çalışanların savaşa gitmesi, işgaller, ekonomik ve sosyal düzensizlikler yaş koza üretimini 1922 yılında 300 tona düşürmüştür.
1930 yılında İpekböcekçiliği Enstitüsü kurulmuştur. 1933 yılında 1.200 ton yaş koza üretilmiştir. Gerek Türkiye gerekse Bursa ili koza üreticileri için en önemli girişim 1940 yılında Koza Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin kurulması olmuştur.
Ancak, piyasalarda fiyat istikrarının sağlanamaması ve fiyatların giderek düşmesi, ipekböcekçiliğini olumsuz yönde etkilemiştir. Diğer taraftan, II. Dünya Savaşının sebep olduğu bunalım ve kimyasal liflerin rekabeti ile zor dönemler geçiren ipekböcekçiliği yeniden gerileme sürecine girmiştir.
1971’de Bursa’da İpekböcekçiliği Araştırma Enstitüsü’nün kurulması ve 1972’de polihibrit tohum üretimine geçilmesi ile üreticinin yeniden bu ürüne yönelmesi sağlanmıştır. Fakat, filatür sanayinin demode olmuş makinaları ile standart ham ipeği çekmenin mümkün olmayışı, 1970’li yıllarda Türkiye’yi kuru koza ihraç eden bir ülke konumuna getirmiştir.
1970’li yılların sonunda, ülkemizde ipek halı dokumacılığında görülen gelişme kuru koza ihracatını etkilemiş, 1980’den itibaren üretilen kozaların tamamından ham ipek çekilerek ipek halı üretiminde kullanılmıştır. Böylece ihracatımız ipek halı şekline dönüşmüştür.
1982 yılında, yaş koza üretiminin devlet desteğine alınması ile ipekböcekçiliğinin yaygınlaşması beklenmiş, ancak 1989’dan sonra Çin’in ucuz koza üretiminde gerçekleştirdiği hızlı gelişme ve alternatif ürünlerin rağbet görmesi gibi nedenlerle 1990’lı yıllardan itibaren ülkemiz ipekböcekçiliğinde gerileme başlamıştır.
İpekböcekçiliğinin Türkiye’deki Yeri ve Önemi
- Küçük aile işletmelerinde yaprak kesme ve taşıma işçiliği hariç tüm faaliyetler, yaşlı, özürlü ve çocuk gibi emeğini diğer tarımsal alanlarda değerlendirme olanağı bulamayan aile fertlerince yapılabilmektedir.
- Kırsal alanda gizli işsizliği önlemesi ve kısa zamanda yüksek gelir sağlaması açısından tarımsal gelirin daha dengeli dağılmasında önemli derecede etkili olmaktadır.
- İpekböcekçiliğinden elde edilen gelir, üreticinin paraya en çok gereksinim duyduğu, tarımsal üretim için girdilerin temin edilmesinin zorunlu olduğu bir dönemde, üreticinin en büyük yardımcısıdır.
- Yaş koza ürününün 35-40 gün gibi çok kısa bir zamanda elde edilmesi, pazarının hazır olması ve satışının peşin para ile yapılması, diğer tarım ürünlerinin üretimini de olumlu yönde etkilemektedir.
- İpekböcekçiliği, dut ağacının yetiştiği her yerde yapılabilir. Ülkemiz, coğrafi konumu nedeniyle diğer ülkelere göre daha şanslıdır. Çünkü Orta Doğu Anadolu’nun kurak bölgeleri ile Doğu Anadolu’nun yüksek yaylaları dışında her yerde dut ağacı yetiştirilebilir.
- İpekböcekçiliğinin evlerde yapılması, çiftçinin evine dezenfeksiyonun girmesini, bakım, onarım ve temizliğe önem verilmesini ve işbölümü, zaman gibi kavramların yerleşmesini sağlamaktadır.
- İpekböcekçiliği, yan uğraş dalı olarak tarımsal geliri artırırken, son 30 yıldan beri ipek halı ihracatı da, ülkemizin döviz getiren kaynaklarından biri olmuştur. Dünya ipek halı ihracatının %40’ını elinde bulunduran İran’ın, Irak ile savaşı sırasında dünya piyasalarından kısmen çekilmesi, ülkemizde ipek halı dokumacılığı ve ihracatını geliştirmiştir. Üretimin tamamına yakını ihraç edilen ipek halıcılıktan elde edilen döviz girdisi bazı yıllar 100 milyon doları geçmiştir.
Yaş Koza ve Ham İpek Üretiminde Dünya Piyasası
Başta Uzakdoğu ülkeleri olmak üzere dünyada 15 ülkede yaş koza üretimi yapılmaktadır. Ancak yıllık üretimi 1000 tonun üzerinde olan ülke sayısı 5’i geçmemektedir.
Üretim miktarına göre sırasıyla Çin, Hindistan ve Brezilya ilk sıralarda yer almaktadır. 2005 yılı verilerine göre, bu ülkelerin toplam yaş koza üretimi dünya üretiminin yaklaşık %99’unu karşılamıştır (Tablo 1).
Ham ipek ise, belli sayıda ülkede üretilmesine karşılık, tüm dünya ülkelerinde tüketilmektedir. Bazı ülkeler ham ipek üretimi için modern filatür tesisleri olmayışı nedeniyle ürettikleri yaş kozanın önemli bir kısmını kuru olarak ihraç etmektedirler.
Tablo 1. 2005 yılı dünya yaş koza ve ham ipek üretimi (ton)
Ülkeler Yaş koza üretimi
Ham ipek üretimi
Brezilya
7.146
1.285
Bulgaristan
42
6
Çin
584.220
87.800
Hindistan
126.261
15.445
İran
2.543
395
Japonya
626
150
Türkiye
156,9
27
Diğerleri
89,9
8,3
Toplam
721.058,5
105.098,3
Türkiye’de İpekböceği Tohumu Üretimi
Kaliteli ipek üretimi için kaliteli ve ipek verimi yüksek koza elde etmek, bunun için de tohum ırklarını ıslah etmek ve sürekli yenilemek gerekmektedir. Bu amaçla, iki saf ırkın (Japon ve Çin) melezlenmesi ile elde edilen polihibrit ipekböceği tohumu üretimi 1972 yılında ülkemizde de üretilmeye başlamış ve üreticiye daha kaliteli ve ucuz tohum temini gerçekleşmiştir.
Türkiye, dünyada ipekböceği tohumu üreten sayılı ülkeler arasındadır ve tohum kalitesi bu ülkeler içinde ilk üçte yer almaktadır. Tohum talebinin tamamı kendi üretimimiz ile karşılanmakta, zaman zaman tohum ihracatı yapılmaktadır (Tablo 2). Tohum ihracatı genelde Mısır, Yunanistan, İran ve İtalya’ya yapılmaktadır.
Tablo 2. Türkiye ipekböceği tohum üretimi, ihracatı ve ithalatı (kutu)
Yıllar Üretim
İthalat
İhracat
1998
7.601
--
600
1999
6.626
--
570
2000
4.481
--
--
2001
3.992
--
--
2002
--
200
50
2003
--
5.000
--
2004
6.070
--
--
2005
6.583
--
--
2006
8.715
--
600
2007
6.783
--
--
2008
6.500
--
--
Türkiye’de Yaş Koza Üretimi
Ülkemizde yaş koza üretimi, çeşitli ekonomik ve siyasi sebeplerle 1990 yılından 2001 yılına kadar hızlı bir azalma trendine girmiştir. Bu sebepler şöyle sıralanabilir:
- Dünya yaş koza üretiminde %70’lik bir paya sahip olan ve dünya ham ipek ve ipekli kumaş ticaretinde önemli rol oynayan Çin’in 1989 yılından itibaren koza fiyatlarını damping uygulayarak düşürmesi
- 1990’daki körfez savaşının olumsuz etkileri nedeniyle turizmin gerilemesi
-İran-Irak savaşının bitmesiyle İran’ın piyasalara dönmesi ve ipek halı ihracatının tıkanması
- Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından kurulan Türk Cumhuriyetleri’nden çok ucuz ve yasa dışı yolarla kuru koza ve ham ipek gelmesi
- Uzakdoğu’da başlayıp bütün dünya ülkelerini etkileyen Asya krizinin sonuçları
- Güneydoğu Anadolu bölgemizde yaşanan terör olayları
- Marmara bölgesinde sanayinin gelişmesi ve yoğun göç nedeniyle oluşan yapılaşma, zirai mücadele ilaçlarının aşırı ve bilinçsiz kullanılması
Böylece,
yaş koza üretimi 1990-2001 arasındaki 11 yılda yaklaşık %98 oranında azalmış,
yaş koza üreten il sayısı 1990’da 41’den 2001’de 16’ya düşmüş,
yaş koza üretiminde 90’lı yıllara kadar dünyada ilk 10 içinde yer alan ülkemiz, 2000 verilerine göre son sıralarda yer almıştır.
1991 yılından itibaren yaş koza üretimi devlet desteğindedir. Devlet tarafından belirlenen bir destek fiyatı üzerine Kozabirlik de bir alım fiyatı açıklamaktadır (Tablo 3).
Tablo 3. Türkiye’de yaş koza üretimi ve satış fiyatı
Yıllar
Yaş koza üretimi
(ton)
Yaş koza ortalama satış fiyatı
(TL/kg) (destek fiyatı+Kozabirlik alım fiyatı)
($/kg)
1998
127,49
1.250.000
5,20
1999
133,21
1.900.000
4,60
2000
59,78
2.375.000
3,70
2001
46,62
4.500.000
3,90
2002
100,01
7.500.000 (5.500.000 + 2.000.000)
4,70
2003
169,22
10.000.000 (7.000.000 + 3.000.000)
6,90
2004
143,41
10.000.000 (7.700.000 + 2.300 000)
6,80
2005
156,94
11,00 (8,50 + 2,50)
8,00
2006
126,57
12,00 (9,50 + 2,50)
8,50
2007
124,65
13,00 (9,50 + 3,50)
10,00
2008
124,63
15,00 (10,00 + 5,00)
12,20
Ülkemizde 1981 yılından itibaren ilkbahar (Nisan-Mayıs) ve sonbahar (Ağustos-Eylül) beslemesi olmak üzere yılda iki besleme yapılabilmektedir. Fakat sonbahar beslemesi, dut yapraklarının sertleşmesi, sıcaklığın düşmesi, pazarlama sorunları, kurutma problemleri ve düşük koza verimi gibi nedenlerle arzu edilen seviyeye ulaşamamış ve 1993 yılında sonbahar beslemesine son verilmiştir.
2008 yılı itibariyle ülkemizde 19 ilde ipekböceği yetiştiriciliği ve koza üretimi gerçekleşmiş ve toplam 124,64 ton yaş koza üretilmiştir. Koza üretiminin en yoğun olduğu bölge Marmara bölgesidir. 2008 yılında yaş koza üretiminin %28’i, bu bölgede bulunmaktadır. Bursa ili ise, %3,5’luk üretim payı ile Diyarbakır, Antalya, Bilecik, Ankara, Sakarya, Eskişehir ve Bolu illerinden sonra 8. sırada yer almıştır (Tablo 4).
Emeğini ve ürününü değerlendirmesi bakımından pazarlama üretici için çok önemlidir. Pazarlama ile ilgili tek kuruluş Kozabirlik’dir. Tohum dağıtılan tüm köyler Kozabirlik tarafından takip edilmekte ve yaş koza ürünü üreticiden doğrudan satın alınmaktadır.
Kozabirlik aldığı kozaları kurutmakta ve kuru koza olarak ihraç etmektedir. İhracat genelde Japonya, Hong Kong, Güney Kore, Endonezya, Paraguay gibi Uzakdoğu ülkelerine ve İtalya’ya yapılmaktadır.
Tablo 4. Bursa ipekböcekçiliği
Yıllar İpekböceği besleyen ilçe sayısı
(adet)
İpekböceği besleyen köy sayısı
(adet)
İpekböceği besleyen aile sayısı
(adet)
Dağıtılan tohum miktarı
(kutu)
Elde edilen
yaş koza
(ton)
2003
5
26
120
230
6,99
2004
5
22
133
231
5,75
2005
5
24
99
210,5
5,86
2006
6
29
102
238,5
5,25
2007
5
24
98
281
4,37
2008
4
18
73
200
4,39
Ülkemizde kuru koza ithalatı ise, son yıllarda hemen hemen hiç yapılmamaktadır (Tablo 5). Bunun nedeni, ham ipek ithal fiyatlarının neredeyse koza fiyatına düşmesi ve ülkemizde kozadan ham ipek üretimi için yeterli tesislerin bulunmamasıdır. Gerçekleştirildiği yıllarda ithalat, Türk Cumhuriyetleri’nden, İtalya, Hollanda ve Amerika’dan yapılmıştır.
Tablo 5. Türkiye’de kuru koza ihracatı ve ithalatı
Yıllar İhraç miktarı
(ton)
İhraç değeri
($)
İthal miktarı
(ton)
İthal değeri
($)
1998
1,02
6.438
21,42
194.236
1999
18,00
90.000
--
--
2000
54,00
263.910
--
--
2001
--
--
0,21
2.345
2002
3,05
4.170
--
--
2003
82,80
372.600
--
--
2004
61,20
225.360
--
--
2005
39,60
233.640
--
--
2006
33,49
202.000
--
--
2007
--
--
--
--
Türkiye’de Ham İpek Üretimi ve Endüstrisi
Ülkemizde üretilen ham ipeğin tamamına yakın bir bölümü ipek halı üretiminde kullanılmaktadır. Ancak ülkemiz ham ipek üretimi, ipek halı sektörünün ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır. Bu nedenle özellikle son yıllarda ham ipek ithali yoluna gidilmiştir. Ülkemizin yıllık ham ipek ihtiyacının 200 ton civarında olduğu düşünülürse yaklaşık 180 ton ham ipek açığının ithalat yolu ile karşılanması gerekmektedir (Tablo 6). İthalat özellikle, Çin, Brezilya, Özbekistan ve Kırgızistan’dan yapılmaktadır.
Ülkemizde üretilen ipek halının %100’e yakını ihraç edilmektedir. İhracat genelde, Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya yapılmaktadır. 2005 yılında ipek halı ihracatımız toplam halı ihracatının yaklaşık %12‘sini oluşturmuştur.
Tablo 6. Türkiye’de ham ipek üretimi ve ipek halı ihracatı
Yıllar Ham ipek üretimi
(ton)
İpek halı ihracatı
(m2)
İpek halı ihracatı
(1000 $)
2003
28
26.201
21.290,31
2004
24
24.517
26.079,26
2005
27
28.284
34.239,81
2006
22
18.412
31.217,90
1980’de kurulan ve Balkanların en büyük ipek çekme/bükme ünitelerine sahip Kozabirlik fabrikası, 1995’de randıman alınmaması yüzünden kapatılmıştır. Böylece, ham ipek çekimi sadece mancınıkla küçük aile işletmelerine bırakılmıştır. Bunlar genelde Ödemiş, Milas, Samandağ başta olmak üzere Bursa, Bilecik, Diyarbakır ve Alanya’da bulunmaktadır.
Boya, büküm, dokuma ve apre gibi işlemleri kapsayan ipekli tekstil endüstrisi, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana çoğunlukla Bursa ve çevresinde yer almıştır. 1980’li yıllarda sadece Bursa’da üretim yapan 18 ipekli tekstil fabrikası, ipek iplik ve kumaş piyasasındaki rekabet yüzünden üretimlerini polyester ve pamuğa kaydırmıştır. Neredeyse tek ipekli mamul olan ipek halının dokunması ise, Bilecik, Bursa, İzmir, Hatay, Kayseri ve Hereke’de el tezgâhlarında yürütülmektedir.
Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri
- Ülkemizde yüzyıllardır yapılmakta olan ipekböceği yetiştiriciliği konusunda bugüne kadar, 1926 tarihli bir kanun, 1953 tarihli bir kararname ve geçici sıfatını taşıyan 1971 ve 1986 tarihli iki talimatname çıkarılmıştır. Değişen teknoloji ve şartları göz önüne alarak konu ile ilgili güncel bir yasanın hazırlanmasının idari açıdan kolaylıklar sağlayacağı açıktır.
- Kışlaktan çıkış tarihi ve çeşidi aynı olan tohumlar farklı uygulama ile koza ve ipek kalitesinde farklılıklar yaratmaktadır. Bu sebeple, masrafları en aza indirmek, kutu başına düşen el emeğini azaltmak ve daha yüksek çıkış oranı sağlamak için ipekböcekçiliği yapılan köylerde toplu inficar evlerinin açılmasında büyük yarar vardır. Şu anda 5 bölgede (Bursa, Eskişehir, Alanya, Diyarbakır, Sakarya) toplu inficar evi uygulaması bulunmaktadır. Bunun en kısa sürede tüm ülkeye yayılması faydalı sonuçlar verecektir.
- Ülkemizde koza üretiminde en büyük paya sahip Marmara Bölgesi’nde sanayinin ve hızlı kentleşmenin yarattığı çevre kirliliği, zirai mücadele ilaçlarının aşırı kullanılması ipekböcekçiliğine zarar vermektedir. Oysa doğa koşulları bakımından ülkemizin tüm bölgeleri ipekböcekçiliğini mümkün kılmaktadır. Bu bakımdan, ipekböceği yetiştiriciliğinin sanayinin az geliştiği, çevre kirliliğinin olmadığı, monokültür tarımın uygulandığı ve işgücünün ucuz olduğu bölgelerde yaygınlaştırılması ülke üretiminin artmasına olumlu yönde etki edecektir.
- Dünya pazarlarına hakim olan Uzakdoğu ülkelerinde entegre tesisler sayesinde yılda 6 kez ürün elde edilmektedir. Koza üretiminde çok üretici yerine az fakat eğitimli üretici ile kaliteli ve dünya standartlarında ürün elde etmek hedeflenmelidir. Bunun için koza üretimi, modern tarım teknolojisi ve entegre tesisler ile desteklenmelidir. Böylece, hem maliyet girdileri aşağı çekilecek hem de elde edilen ürünün kalitesi ve standardı geliştirilebilecektir.
- 1996 yılında Gümrük Birliğine girilmesi ile gümrük fonları sıfırlanmış, ham ipek girişinde kolaylık sağlanmış, iç piyasanın rekabet gücü azalmıştır. Diğer taraftan, ülkemizde ipek iplikleri mancınıklarda üretildikleri için kalitesiz ve yüksek maliyetlidir. Bu bakımdan, kaliteli ipek ipliği ithalatının da yararlı olduğu söylenebilir. Fakat, bu durumun yerli ipek üretimini etkilememesi için ithal ve yerli ham ipek fiyatlarının dengeli tutulması zorunlu olarak görülmektedir. Bu nedenle, Japonya ve Çin’de örnekleri mevcut olan, ipek ithalatının ihtiyaç oranında resmi bir kuruluş tarafından yapılması ve iç üretime zarar vermeyecek bir fiyatla ihtiyaç sahiplerine aktarılması gerekmektedir.
- 1983 yılında Çin’in yaş koza üretimi dünya üretiminin %53’ü iken, 1991 yılında %74’e ulaşmıştır. Üretim artışına karşılık talebin aynı oranda artmaması sonucu Çin, arz fazlalığı ile karşı karşıya kalmış ve 1989’dan itibaren ham ipek fiyatlarında damping uygulamaya başlamıştır. Kilosu 55-60 dolar olan ham ipek fiyatlarını 20-25 dolara kadar indirmiş ve halen bu uygulamaya devam etmektedir. Yaş koza üreminin artırılması için en belirleyici faktör olan fiyatlar, makul ve istikrarlı bir şekilde desteklenerek Çin’in ve Türk Cumhuriyetleri’nin yıkıcı rekabetinden kurtarılmalıdır.
- İpek halıda desen, motif ve kalitenin güvence altına alınması önemlidir. Ayrıca, Türk ipek halılarının dünyada önemli bir yer edinebilmesi için gerekli olan kaliteli halı üretimi, halı ipliklerinin filatür ipeğinden yapılması ve halı standardının yerleşmesi ile mümkün olabilecektir.
- Ülkemizde üretilen ham ipeğin %90’ı halı imalatında kullanılmakta ve üretilen halının %100’e yakını ihraç edilmektedir. Tek bir ürüne bağlı kalınmaması ve ürün çeşitliliğine, özellikle katma değeri yüksek teknik tekstil ürünlerine, önem verilmesi ipekböcekçiliğimizin geliştirilmesine olumlu yönde etki edecektir.
Sonuç
Kozadan mamul maddeye kadar olan süreçte 17 misli katma değer yaratan ipekböcekçiliğinin çok az bir destekle sağlayacağı istihdam, döviz geliri, sosyal çözümler ve kültür ve tarih zenginliği herkesin kabul edeceği değerlerdir. Bu özelliklerin biri bile ipekböcekçiliğimizin yaşatılması için yeterli öneme sahiptir.
Kaynaklar
Karaca, E. (2004) “Türkiye’de İpekböcekçiliği ve İpek Üretiminde Mevcut Durum, Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Tekstil & Teknik, 236, 146-164.
Kozabirlik (2002) “İpekböcekçiliği ve İpekçiliğin Dünü, Bugünü”, Kozabirlik Yayınları, Bursa.
Ayhan Karagöz, Kozabirlik Genel Müdürü.
Kozabirlik istatistikleri, 2000-2008.
Akkılıç, Y. (2002) “İpekböcekçiliği”, Bursa Ansiklopedisi, Cilt 3, 927-936, Bursa.
Esra KARACA, Doç.Dr., Uludağ Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Tekstil Mühendisliği Bölümü 16059-Görükle BURSA
Eposta: celalmetin2004@yahoo.com
KÖKSAV E-Bülteni, KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Vakfı (KÖKSAV) tarafından çıkarılmaktadır. KÖKSAV bağımsız ve bağlantısız, günlük siyasî konumu olmayan bir kurumdur; merkezine Türkiye ve Türk dünyasını alarak araştırmalarını ulusal ve uluslar arası sosyal, siyasî ve stratejik konulara yoğunlaştırır, araştırma ve incelemeler yapar. Dolayısıyla, bu yayında ifade edilen bütün görüşler, değerlendirmeler ve varılan sonuçlar yalnızca yazarlarına aittir.
© 2008, KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Vakfı. Bütün hakları saklıdır.
14 Ağustos 2011 Pazar
http://www.yenimimar.com/index.php?action=displayArticle&ID=1280Kenti haritalardan okumak
Haritalar hepmizin coğrafya derslerinden bildiği bir görsel malzeme. Genelde de "ana metni süsleyen resim" olarak algılamaya yatkın olduğumuz bir grafik anlatım şekli. Prof. Murat Güvenç, 1990'dan beri kentin sosyal topografyasını haritalarda okunur hale getirmekle uğraşıyor. Daha çok İstanbul Atlası çalışması ile bilinen Güvenç'le doğru haritayı üretme savaşımı ve haritaların mimarlık ile planlama çalışmalarına katkısı üzerine konuştuk.
Amber Niksarlıoğlu: Haritalar üzerine çalışmaya ne zaman başladınız?
Murat Güvenç: Kısa ve kişisel bir yaşam öyküsü anlatmak isterim. 1990'lar Coğrafi Bilgi Sistemi (CBS, ing. GIS) adlı bilgisayar programının ilk yaygınlaşmaya başladığı yıllardı. İlk kullanılmaya başladığında yavaş yavaş ODTÜ'ye de gelmişti fakat o sırada Türkiye'de bu tür programlarda kullanılabilecek çözünürlük düzeyinde veri yoktu. Mahallelere ait veri de Türkiye'de 1990'dan önce toplanmıyordu. İstanbul'un eğitim profiliyle ilgili veriyi elde edebiliyorduk, ama bunun mahalleler itibariyle dağılımını görüp de kent içi farklılaşmaya ilişkin bilgiyi elde edemiyorduk.1990 nüfus sayımında ilk kez, Türkiye tarihinde küçük bir devrim yaşandı. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), 1990 sayımının %5 düzeyinde sayım örneklemini yayınladı. O zaman veri de oldu elimizde, haritalama sistemi de.
Oğuz Işık'la beraber ODTÜ'de çalışırken problem bizim açımınızdan çok basite indirgenmiş durumdaydı. Bilgileri alacağız, bilgisayara koyacağız, düğmeye basacağız ve çok güzel haritalar üreteceğiz. Yani, daha önceden yapamadığımız şehir haritalarını üretebilmiş olacağız. İlk denemelerimiz tam bir felaketle sonuçlandı diyebilirim. Sistem mükemmel çalıştı. Haritaları elde ettik fakat üretilen haritalar hiçbir anlam ifade etmiyordu.
İşlenmemiş oluğundan, program kendi düz mantığına göre bir şeyler oluşturuyordu herhalde…
Probleme o kadar düşüncesizce ve otomatik yaklaşıyorduk ki, düğmeye basınca harita olacak gibi geliyordu. Halbuki haritanın okunaklılığı, anlamlılığı ve geçerliliği kullandığınız kategorileri ayırt edebilme yeteneği ile ilişkilidir. Yani haritalama problemi bir temsil problemidir. Temsil problemi de bir kategorizasyon problemidir. Kategorileştirme sosyal bilimlerdeki kavramlaştırmaya benzer: Kategoriler haritaların kavramlarıdır. Kategoriler ne kadar doğruysa, kuramınız o kadar geçerlidir. Kısaca, haritanın anlamlılığı, kullanılan kategorilerin geçerliliğine bağlıdır diyebilirim. Demek ki ben 1990'lı yıllarda henüz anlamlı harita kategorileri üretme konusunda yetersizdim ve bunun ne kadar karmaşık bir problem olduğunu göremiyordum.
Bahsettiğiniz tarzda verilerle birkaç değişkeni birden içeren haritalar üretmekten mi bahsediyorsunuz?
Hayır, daha o zaman birkaç değişkeni de bir yana koymuştuk. Bir tane değişken vardı. Bu değişkenle bile ürettiğimiz harita okunaklı olmuyordu. Elimizde iyi bir makine var, bir tane de değişken var. O değişkenle bir harita üretiyoruz, ürettiğimiz haritada da mesela Taksim ile Bayrampaşa aynı renge boyanıyor; ayırt edici olamıyor. Bizim harita kentte herkesin birbirinden çok farklı olduğunu bildiği yerleri aynı renkte gösteriyor; aynı renkte olduğunu zannettiğimiz bazı yerleri de farklı farklı gösteriyor. Çok büyük âlim adamlar toplanmışlar, çocukların alay edeceği bir harita üretiyorlar. İlk önce problemin nereden çıktığını dahi anlayamadık. Ürettiğimiz haritaların anlamlı olmamasın hiç beklemediğimiz bir sorundu. Eskiden, şehir planlama bölümünde haritaları güzelce boyuyorduk ve anlamlı haritalar üretiyorduk, ama kendimiz boyuyorduk. Makine haritayı boyamaya başladığında ise kafasına göre boyuyor ve neden hata olduğunu da anlamıyoruz.
Sonunda, bunun bir kaç önemli sebebi olduğunu gördük. Niye bizim haritamız okunaklı olmuyor? Çünkü gözlem birimlerini oluşturan mahallelerin ölçek farklılaşması çok önemli. Küçük ve büyük mahalleler var. Küçük mahallelerde az insan, büyük mahallelerde çok insan var. Ama yüzde aldığınız zaman ikisi de aynı oluyor. Mesela içinde 10 hanenin yaşadığı ve 2 hanenin belli düzeyde olduğu bir mahalleyle, içinde 1000 hanenin yaşadığı 200 hane; yani 2/10 ile 200/1000 aynı orana geliyor. İkisini de aynı renge boyadığınız zaman, bu sefer oranı tutturduğunuz zaman yığılmaları tutturamıyorsunuz. Bir yerde 200 kişi, diğer yerde 2 kişi var. Birinci neden gözlem birimlerinin ölçek farklılaşması; ikincisi de kullandığımız değişkenlerin ayırt ediciliği. Mesela ücretliler; ücretli kategorisi telaffuz edildiği zaman, gözümüzde bir insan modeli canlanır. O insan modeli, patron/işveren değildir, ama biraz irdelersek ücretli dediğimiz kategorinin içine cumhurbaşkanı da girer, kapıcı da. Kendi hesabına çalışan kategorisi dediğimiz zaman, ayakkabı boyacısı da kendi hesabına çalışır, muayenehane sahibi bir profesör de. O zaman, ayakkabı boyacısıyla serbest meslek sahibini birbirinden ayırmak gerekiyor. Bu hem grafik iletişimle, hem de kategorilerin ayırt ediciliğiyle ilgili bir problemdir. Bu iki problem bizi üçüncü bir büyük probleme doğru götürüyor: ücretliler, işverenler şeklinde kaba kategorilerle çalışacağımıza; kapıcı, ayakkabı boyacısı, muayenehane sahibi doktor şeklinde ayırt ediciliği arttırdığımızda da çok fazla kategori oluyor. O zaman da harita okunmaz oluyor.
Öyle ki, bu çok karmaşık kentin, ekonomik bir resmini üretmek nasıl mümkün olabilir diye araştırma yapmaya başladım. Bunun nasıl çözüleceğine ilişkin teknikler maalesef bizim şehir planlama, grafik tasarım ve haritacılık bölümlerinde okutulmamaktadır. Bunun çok büyük bir yetersizlik olduğunu, stüdyolarda yapılan çalışmalarda ilk önce, hakkında konuştuğumuz kent parçasının iyi bir resmini çizerek, iyi bir temsilini yaparak başlamak gerektiğini düşünürdüm. Öğrencilere de bunu yaptırmaya çalışırdım ama kendi bilmediğim şeyi onlara nasıl öğreteceğim? Onun için kendimi tümüyle bu işe verdim. Sonunda da problemin, Türkiye'de hemen hiç tanınmayan Fransız kartograf Jacques Bertin tarafından 1967'de Fransa'da çözülmeye başlandığını buldum.
Şehir planlama eğitimim sırasında bir stüdyo çalışmasında Cihangir'i inceliyorduk. Haritalarda her ticari işlev için kırmızının ayrı bir tonunu kullanmamız istendi. Küçük bir alan olmasına rağmen çok farklı ticari işlev söz konusuydu. Kırmızının da en fazla kaç tonu olabilir ki? Paftaya işlediğimizde hiçbir şey okunmuyordu. Aslında boşa zaman kaybetmiş ve bir sonuca da varmamış olduk.
Kırmızının tonlarını değil, 128.000 renk de kullansanız yine yamalı bohça gibi bir harita olur. Önemli olan gözün ona: "Burada sarılar var, burada maviler var diyebilmesi". Bunu yapamadığınız zaman, çaba beyhudedir. Ben bu problemin çözümüyle uğraştım ve sonuçta iki-üç aşamada çözülebileceğini gösterdim.
Birinci adım şununla ilgili: Ham veriler veya bildiğimiz yüzdelerle çalışmak yerine, "Yön Belirtir Chi Kare" (YBCK) adlı, İngiltere'de geliştirilmiş bir endeks var. Bu endeksle çalışıldığı zaman, yığılmaların ekonomik temsilini bulmak mümkün oluyor. Bu da mekansal temsil açısından çok önemli. Mekan, her yerde her şeyin bulunabildiği, kaotik bir resim verir. Mesela Etiler'in eğitim düzeyi yüksek bir yer olduğunu biliriz ama bu, orada eğitim düzeyi düşük insanların var olmadığı anlamına gelmez veya eğitim düzeyi genellikle düşük bir yerde hasbelkader üç-beş kişi üniversite mezunu olabilir. Bu, o yerlerdeki coğrafi birimlerin ayırt edici özelliklerinin (caractères distinctifs) teşhisi problemidir. YBCK endeksi bunu sağlar. Bu yöntemle yaptığımız haritalar daha önce ürettiklerimize göre çok başarılı oldu. Örneğin Kurtköy İstanbul'un büyük mahallelerindendir. İçerisine 70 tane Fatih mahallesi sığdırabiliriz. Ama grafik olarak baktığımız zaman, örneğin Kurtköy'ü sarıya boyadığımızda haritamız sarı ağırlıklı olur ve oradaki küçüklüklerin hiçbir değeri olmaz. Halbuki nüfusun çoğunluğu orada yaşıyor. Değişkenlerin ayırt ediciliğiyle uğraştıktan sonra YBCK endeksi ile haritalarda sosyal farklılaşmayı mekansal anlamda ifade etmenin bir yolunu bulduğumuzu düşünüyorum.
Bu, başta güzel gözüken bir yöntem fakat o zaman da: "Bu mükemmel bir şey, artık bu problemi çözdük" diyorsunuz. Anlaşıldı ki bu problemi çözdük ama getirdiğimiz çözüm, bu nitelikteki tüm problemlerin çözümü değil. Ancak veri iyi huyluysa problemleri çözebiliyoruz. Eğer veri biraz kaprisliyse, modelimiz yine çalışmıyor.
Sonuç olarak 1990 sayımının verilerini kullandınız, değil mi?
Evet, İstanbul'da eğitim, meslek gibi tek değişken üzerinden haritalar yaptık: doktorların, ücretlilerin vs dağılımı şeklinde. Aynı yöntemle, bir yüksek lisans öğrencimle beraber, İstanbul'da 600 mahallede statü - konut mülkiyeti ikilisini haritalamıştık. Amacımız, ücretliler kategorisi içerisinde cumhurbaşkanıyla kapıcıyı birbirinden ayırt edebilmekti. Konut mülkiyeti değişkeni içerisinde dört alt kategori vardır: ikiden fazla konutu olanlar, sahip olduğu tek konutta oturanlar, mülksüzler, konut sahibi olup da kirada oturmayı yeğleyenler. Bunu statülerle ilişkilendirdiğimiz zaman 16'lı bir liste buluyorduk. Yani mahallelerde ücretliler, kendi hesabına çalışanlar ve diğerleri var. Bunlardan hangisi hangi kategoridendir? O zaman da İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de belli nitelikteki ücretlilerle belli nitelikteki işverenler ve belli nitelikteki kendi hesabına çalışanların beraber oturduklarını bulduk. Bu gruplar beraber kentin "şık" mahallelerini oluşturuyorlar. İkiden fazla konuta sahip olan ücretliler deyince üniversite profesörleri, valiler vs. Gecekonduda da bunların başka parçaları var. Böylece birçok grubu birlikte haritalamanın mümkün olabildiğini görmüş olduk. Bu sefer de "Birden fazla değişkeni kullanan sentez haritaları yapılabilir mi?" sorusu gündeme geldi. Ayırt edici değişkenlerden oluşan okunaklı bir harita elde etmek kaygısı ise bizi, haritacılıkta Jacques Bertin tarafından geliştirilen yöntemleri keşfetmemize itti. Şahsen, uzun bir araştırma sonunda keşfettim Bertin'i.
Jacques Bertin sizin de faydalandığınız "Grafik Semiyoloji" (Sémiologie Graphique) adlı eseri ilk kez 1967'de yayınlanmıştı. Daha sonra 1997'de "İnsanlığın Tarih Atlası" (l'Atlas Historique de l'Humanité) adlı yeni bir kitabı çıktı.
O da var elimde. Bertin'in nasıl biri olduğunu anlamak için o kitaba bakmak yeterli. İnsanın tahayyül edebileceği en büyük problem olarak 20. yüzyıla kadar insanlığın başından geçenleri atlas olarak yapmayı görüyor. İlk insandan homo sapiense kadar nasıl gelinmiş, dünyandaki sıcaklıklar nasıl olmuş, ilk insan nerelerde ortaya çıkmış ve nasıl dağılmış… Bunlar gösteriliyor. Bertin'i farklı kılan özellik, haritalarına görsel olarak söylenecek hiçbir şeyin olmamasıdır. Zaten, haritacılıkta iletişim paradigmasını kuran kişi de odur. Haritayı bir görsel iletişim (visual communication) aracı olarak kullanır. Beşten fazla lejant kategorisi yoktur. Her biri de okunaklı haritalardır. Bertin, "okunacak harita" (carte à lire) denilen haritanın yaratıcısıdır. Örneğin tarih atlasında, neolitikten başlayarak günümüze kadar gelinir. Herhalde bunu 20 sene gibi bir sürede hazırlamıştır diye tahmin ediyorum.
İlk kitabı 1967'de basılmıştı. Arada 1977'de bir yayın var. Tarih atlası da 1997 tarihli, demek ki dediğiniz gibi 10'ar, 20'şer senelik aralıklarla hazırlıyor kitaplarını.
Bunlar benim dünyada gördüğüm en mükemmel grafikler, metinler ve görsellerdir. Karşılaştırmanın kolay olması için tüm haritalar özenle aynı ölçekte tutulmuştur. Haritacılıkta bir başeserdir. Burada kolonyalizmin tarihi, Amerika'nın kuruluşu, 1. Dünya Savaşı'nda Avrupa, Osmanlı vs üst üste getirilir. O lejantları bulabilmek, bunu mekansal olarak ortaya koyabilmek… Grafik iletişim denildiği zaman, fizikte Einstein neyse, haritacılıkta ve grafik dilinde de Bertin öyle kült bir isimdir. Bugün 90 yaşlarında bir abide ve biz onu maalesef hiç tanımıyoruz.
Bertin, lineer anlatımla ifade edemeyeceğimiz birçok şeyi grafik anlatımla anlatabileceğimizi ve grafik anlatımda üç değişkenin önemli olduğunu söylüyor: lekelerin değişimi; planın iki boyutlu olması ve bu ikisine bağlı olarak da zaman. Lineer sistemlerin bize sadece bir işareti verdiğini, grafik gibi uzamsal (spatial) sistemlerin ise bu üç değişkenle iletişim kurduğundan etkin olduğunu savunuyor ve bu sayede aynı anda birçok veriye ulaşabileceğimizi belirtiyor.
Evet, çok doğru. Bertin, grafiğin sanıldığı gibi metinleri süsleyen bir şey olmadığını; bilgiyi temsil etmenin bir yolu olduğunu söylüyor. Örneğin tarih kitaplarında, baştan aşağıya metin devam eder, bütün resim ve haritalar ise arkaya atılmıştır. Bertin buna karşı çıkıyor. Grafiğin metnin içine girmesi ve bir iletişim aracı olarak kullanması gerektiğini savunuyor. Bunun olabilmesi için de iletişim sağlayabilen grafikler üretmek gerekir. Bertin bunu yapıyor. 1980'lerde bu tekniği bulduğu sırada Fransa'da ikinci bir devrim oluyor. Fransız matematikçiler; sosyolog Pierre Bourdieu'nun kullandığı bağlantı analizi (correspondence analysis) tekniğinin aslında Bertin'in yaptığı iş olduğunu buluyorlar. Veriyi Bertin'in işlem yaptığı yolla işleyerek kategorize etmekle, Bourdieu'nun kullandığı bağlantı analiziyle işlemek aynı sonucu veriyor. Ancak bu çok zahmetli ve usandırıcı bir yöntem. Yöntem bir tarafa atılıp, işler bilgisayar ortamında yapılmaya başlanıyor. Bilgisayara geçildiğinde kullanılan CBS sistemleri de artık çok daha sofistike ve akıllı programlar. Ancak CBS'nin en zayıf noktalarından biri iyi analiz haritaları üretmesine rağmen sentez haritası üretememesi. CBS, 3–4 katman (layer) üretir, bunları üste çakıştırır, aradaki kısımları çizer, sentez olarak sunar. Oysa sentez haritası tam olarak bu değil. Haritaları eşik analizinde olduğu gibi üst üste bindirdiğiniz (superposition) zaman çok iyi bir sonuç elde edemeyebilirsiniz. Halbuki sentez bir tür veri analiz yolu ile yapılır. Verilerin nasıl, hangi ortamda bir araya getirmesi gerektiğinin yöntemini bulur.
Zaten süperpoze etmek otomatik olarak yapılabilen bir işlemken, sentez daha sübjektif bir şey değil midir?
Sentez, hangi verinin hangi ağırlıkta o haritaya katılacağını belirlemektir. Sentez demek sınır çizmektir: Nereye kadarki bilgileri alacağız? İstanbul'daki sentez haritasında vilayeti alırsam başka, büyükşehiri alırsam başka sonuç çıkar. İkincisi hangi ayrıntıda çalışıp olayları nasıl bir araya getireceğimiz konusu. Bunları belirledikten sonra sentezi yapabilmek için bir yöntem gerekir. Bu iş de 10-15 tane değişkeni beraber haritalamayı gerektirir. O zaman da hangi değişkeni hangi değişkenle beraber bir bütün haline getireceğimize karar vermek gerekir. Bunu yapabilmek göründüğünden çok daha zahmetli bir iştir. Şehir planlama stüdyolarındaki hocalar, öğrencilere, sanki bunun bir yolu varmış da bunu keşfetmeleri gerekmiş gibi davranıyorlar. Halbuki bu hocaların bile tam bilmediği çok zor bir temsil problemidir. O temsil probleminin de bağlantı analizi denilen yöntemle çözümlendiğini anladım. O analiz ile işlendiği zaman, farklılıkların ekonomik temsilini mümkün kılan lejant kategorileri ortaya çıkıyor.
Çalışma yönteminizin evriminden bahsettik. Yaptığınız çalışmalara dönecek olursak; 1990'dan sonra İstanbul'a gelene kadar, ilk harita çalışmalarınıza hangi kent parçasıyla başladınız?
Daha çok İstanbul'un haritalarını yapmaya çalıştım çünkü İstanbul'u yapabilen her yeri yapar diye düşündüm. ODTÜ'den ayrılmadan önce, bu konuda epey ilerlemiştik. Bağlantı analizi ile harita lejantının nasıl çıkartılacağını bulduk. Sonra bu yöntemle harita üretmeye başladık. İlk yaptığımız harita Ankara üzerineydi. 2005 Eylül ayında ODTÜ'den ayrılıp İstanbul Bilgi Üniversitesi'ne geldim. Aynı yıl Harvard Üniversitesi'nde "Turkish Triangle" adlı üç Türk kentiyle (İstanbul, İzmir ve Ankara) ilgili konferansta yaptığımız sunuştan sonra bu yöntemi bulduk. Bu ilk çalışma örneklerimiz yakında Harvard Üniversitesi'nin konferans kitabında yayınlanacak.
Sonuçta, 1995'ten 2005'e kadarki on sene, kısmi başarılar ve büyük yenilgilerle geçti. Harvard'da sunulan bildiriden sonra ise problemin çözümünü çok büyük bir şekilde öğrenmiştik. O yaz, dört ay içerisinde İstanbul atlasını yaptık. Bugün artık toplumsal farklılaşmanın özlü ve okunaklı bir haritasını hiç problem değil.
İstanbul atlasını kaç kişilik bir ekiple hazırladınız?
Dört kişiydik. İki mimarlık tarihçisi, bir şehir plancısı, bir de bölge plancısı. 2005'te ben İstanbul'a geldikten sonra, ilk modelde çok küçük bir iyileştirme yaptık. Atlası yayınlamak için oldukça kapsamlı bir Avrupa Birliği (AB) projesine başvurduk. Kabul edilirse ilkbahardan itibaren İstanbul Bilgi Üniversitesi'nden küçük bir grupla, daha önce kullandığımız verileri kullanarak atlası yeni baştan yapacağız. Şu anda herhangi bir büyüklükteki alanı haritalayabilme kapasitesine sahibiz. Türkiye'de şimdiye kadar Mersin, Ankara ve İstanbul'un haritalarını yaptık. AB'ye sunulmuş bir projemiz daha var: Türkiye'yi 1100 ilçe üzerinden haritalamak.
Hazırladığınız haritalarda hangi konuları işlediniz?
Herhangi bir nüfus sayımında kullanılan bütün değişkenleri işledik: Hane halkı büyüklüğü, eğitim, meslek, iktisadi faaliyet kolu, konut mülkiyeti. Bunlar genellikle sayımda sorulan sorular. En zor olan da kökendir. İstanbul'da 700 mahalle, 110 tane de farklı doğum yeri var. Yugoslavya doğumluların beraber oturdukları gruplar içerisinde Edirneliler ve Tekirdağlılar görülüyor. Yani Trakyalılık, Balkanlık gibi ortak bir yön bulmaya başlıyoruz. Bunların büyük bir kısmının İstanbul'un sadece İstanbul yakasında, Yenibosna, Bayrampaşa gibi yerlerde oturduklarını, Anadolu yakasında ise hemen hemen hiç oturmadıklarını biliyoruz. O zaman haritalar şehrin etnik profilleri hakkında da fikir veriyor.
Bir yazınızda haritaların değerlendirilmesinde okuyucunun aktif katılımından bahsediyorsunuz.
Bertin'in haritaları bir görsel iletişim aracı olarak kullanıldığını söylemiştim. Bertin haritayı sizin onu nasıl algılayacağınızı düşünerek yapıyor. Örneğin haritalarda dağlar kahverengi, denizler de mavi gözükür. Bunun nedeni dağların kahverengi, denizin mavi olması değildir. Kahverengi ile mavinin dalga boyları aynı olmadığı için, bu renkleri üst üste koyduğunuz zaman kahverenginin mavinin yanında rölyefli gibi duruyor olmasıdır. O renkler iki boyutta üç boyutluluk izlenimini vermek için seçilmiştir. Dalga boyu ve okunaklılıkla ilgili bir durumdur. Bu yüzden haritanın bakılacak ve atılacak bir şey olmadığını bilen birisi o haritaya bakıp bir karşılaştırma yapacaktır. Okuyucu haritaya bakarken aktif katılım sağlanacak, görsel olarak haritayla etkileşime girecek. "Buraları bu renge boyanmış, burası böyleyse öbür tarafı da böyle olacak" şeklinde zihinsel bir süreç tetiklenecek. O zaman da haritayla kurulan görsel ilişki, ilan panosuna bakmaktan farklı bir şey haline geliyor. Kaldı ki ilan panosuna bakmakta bile panoyu hazırlayanlar vurgulamak ve tetiklemek istedikleri zihinsel süreçleri düşünerek görüntüye nereden bakmamız gerektiği konusunda bizimle oynuyorlar. Okuyucuyla resim arasındaki ilişki tetikleniyor. Kesinlikle nötr bir şey değil. Onun için renk seçimleri, skalaların belirlenmesi, neyin hangi renge boyanacağı çok önemli.
Son olarak hazırladığınız haritaların mimarlık çalışmalarına getirdiği açılımlar konusunda ne söyleyebilirsiniz?
Mimarlığın hem fiziksel, hem toplumsal topografya üzerinde yapılan bir sanat olduğunu düşünüyorum. Bütün bu çalışmalar yerin, toplumsal topografya içindeki konumunu, o parselin kentin neresinde olduğunu, oranın sosyal açıdan tam nerede olduğu konusunda işaretler içeriyor. İşlev, fiziksel özellikler, sosyal yapı içerisindeki konum birbiriyle çok ilişkili boyutlar. Batı Trakyalıların çoğunlukla nerede olduklarını bulmak, oraya hakim duyarlılıkların Balkanlara özgü duyarlılıklar olduğu konusunda işaretler veriyor. Bu, Balkanlara özgü duyarlılıkların hakim duyarlık olduğu bir yerde bina yapacağım demektir. Aynı zamanda bu tür çözümlemeler bize, klişe olarak bildiğimiz pek çok kulaktan dolma bilginin ardındaki farklılıkları gösteriyor. Örneğin İstanbul'a doğudan gelmiş olan insanların kentin gündelik hayatını tehdit eden bir yaşam tarzının olduğu söylenir. Halbuki gösterilebilir ki İstanbul'da denize kıyısı olup da bu grupların hakimiyetinde olan bir tane mahalle yoktur. Tarihi Yarımada çok özel bir durum. Orası dışında denizin sahil kesimleri genellikle Türkiye'nin batısından gelmiş, iyi eğitim görmüş, hali vakti yerinde, tuzu kuru insanların elindedir. O insanlar genellikle gündelik yaşamlarında doğudan gelenlerin nasıl koşullarda yaşadıklarına ve onların gündelik hayatlarına değinmezler bile. Basında genellikle doğudan gelenlerin İstanbul'daki yaşam tarzını tehdit ettikleri yönünde bir kanı var. Onlar bir çeşit günah keçisi ve olayın sorumlusu olarak gösteriliyorlar.
Yaptığım işin mimarlık mesleğine katkısı; kent mekanının toplumsal farklılaşma düzleminde nerede durduğunu belirtmek ve geleceğinin ne olabileceği konusunda bazı ipuçları sağlamak. Bunun dışında mimarlıkla doğrudan bir ilişkisi yok. Yalnızca kent mekanlarındaki farklılaşmanın temsili problemi üzerine uğraşıyorum ve bunun ardında bir insanı meşgul edecek kadar malzeme olduğunu düşünüyorum. Mimarlarla birlikteliğime gelince, anlattıklarımdan bir tasarım ortaya çıkmadı ama örneğin Emre Arolat'la bir iki projede beraber çalıştık. Zorlu Center Mimarlık ve Kentsel Tasarım Yarışması'ndaki sunuş için 54 dakikalık bir film hazırlandı. Bu mimari proje filminin 10-15 dakikasında da ben konuştum. Yani pozisyonum bunun gibi mimari bürolarda kent hakkında bilgi vermek. İkinci bir nokta, mimarlık problematiğinin ölçeklerinin çok büyüyor olması. Artık mimarlık, bildiğimiz parsel ölçeğinde yapılan bir sanat olmaktan çıkıyor. Zaha Hadid Kartal'da kentsel ölçekte projeler yapıyor. Mimarlık bugün belki ölçeklerin çok çok büyüdüğü ikinci bir barok yaşıyor diyebilirim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)