14 Ağustos 2011 Pazar


http://www.yenimimar.com/index.php?action=displayArticle&ID=1280Kenti haritalardan okumak

Haritalar hepmizin coğrafya derslerinden bildiği bir görsel malzeme. Genelde de "ana metni süsleyen resim" olarak algılamaya yatkın olduğumuz bir grafik anlatım şekli. Prof. Murat Güvenç, 1990'dan beri kentin sosyal topografyasını haritalarda okunur hale getirmekle uğraşıyor. Daha çok İstanbul Atlası çalışması ile bilinen Güvenç'le doğru haritayı üretme savaşımı ve haritaların mimarlık ile planlama çalışmalarına katkısı üzerine konuştuk.


Amber Niksarlıoğlu: Haritalar üzerine çalışmaya ne zaman başladınız?

Murat Güvenç: Kısa ve kişisel bir yaşam öyküsü anlatmak isterim. 1990'lar Coğrafi Bilgi Sistemi (CBS, ing. GIS) adlı bilgisayar programının ilk yaygınlaşmaya başladığı yıllardı. İlk kullanılmaya başladığında yavaş yavaş ODTÜ'ye de gelmişti fakat o sırada Türkiye'de bu tür programlarda kullanılabilecek çözünürlük düzeyinde veri yoktu. Mahallelere ait veri de Türkiye'de 1990'dan önce toplanmıyordu. İstanbul'un eğitim profiliyle ilgili veriyi elde edebiliyorduk, ama bunun mahalleler itibariyle dağılımını görüp de kent içi farklılaşmaya ilişkin bilgiyi elde edemiyorduk.1990 nüfus sayımında ilk kez, Türkiye tarihinde küçük bir devrim yaşandı. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), 1990 sayımının %5 düzeyinde sayım örneklemini yayınladı. O zaman veri de oldu elimizde, haritalama sistemi de.

Oğuz Işık'la beraber ODTÜ'de çalışırken problem bizim açımınızdan çok basite indirgenmiş durumdaydı. Bilgileri alacağız, bilgisayara koyacağız, düğmeye basacağız ve çok güzel haritalar üreteceğiz. Yani, daha önceden yapamadığımız şehir haritalarını üretebilmiş olacağız. İlk denemelerimiz tam bir felaketle sonuçlandı diyebilirim. Sistem mükemmel çalıştı. Haritaları elde ettik fakat üretilen haritalar hiçbir anlam ifade etmiyordu.

İşlenmemiş oluğundan, program kendi düz mantığına göre bir şeyler oluşturuyordu herhalde…

Probleme o kadar düşüncesizce ve otomatik yaklaşıyorduk ki, düğmeye basınca harita olacak gibi geliyordu. Halbuki haritanın okunaklılığı, anlamlılığı ve geçerliliği kullandığınız kategorileri ayırt edebilme yeteneği ile ilişkilidir. Yani haritalama problemi bir temsil problemidir. Temsil problemi de bir kategorizasyon problemidir. Kategorileştirme sosyal bilimlerdeki kavramlaştırmaya benzer: Kategoriler haritaların kavramlarıdır. Kategoriler ne kadar doğruysa, kuramınız o kadar geçerlidir. Kısaca, haritanın anlamlılığı, kullanılan kategorilerin geçerliliğine bağlıdır diyebilirim. Demek ki ben 1990'lı yıllarda henüz anlamlı harita kategorileri üretme konusunda yetersizdim ve bunun ne kadar karmaşık bir problem olduğunu göremiyordum.

Bahsettiğiniz tarzda verilerle birkaç değişkeni birden içeren haritalar üretmekten mi bahsediyorsunuz?

Hayır, daha o zaman birkaç değişkeni de bir yana koymuştuk. Bir tane değişken vardı. Bu değişkenle bile ürettiğimiz harita okunaklı olmuyordu. Elimizde iyi bir makine var, bir tane de değişken var. O değişkenle bir harita üretiyoruz, ürettiğimiz haritada da mesela Taksim ile Bayrampaşa aynı renge boyanıyor; ayırt edici olamıyor. Bizim harita kentte herkesin birbirinden çok farklı olduğunu bildiği yerleri aynı renkte gösteriyor; aynı renkte olduğunu zannettiğimiz bazı yerleri de farklı farklı gösteriyor. Çok büyük âlim adamlar toplanmışlar, çocukların alay edeceği bir harita üretiyorlar. İlk önce problemin nereden çıktığını dahi anlayamadık. Ürettiğimiz haritaların anlamlı olmamasın hiç beklemediğimiz bir sorundu. Eskiden, şehir planlama bölümünde haritaları güzelce boyuyorduk ve anlamlı haritalar üretiyorduk, ama kendimiz boyuyorduk. Makine haritayı boyamaya başladığında ise kafasına göre boyuyor ve neden hata olduğunu da anlamıyoruz.

Sonunda, bunun bir kaç önemli sebebi olduğunu gördük. Niye bizim haritamız okunaklı olmuyor? Çünkü gözlem birimlerini oluşturan mahallelerin ölçek farklılaşması çok önemli. Küçük ve büyük mahalleler var. Küçük mahallelerde az insan, büyük mahallelerde çok insan var. Ama yüzde aldığınız zaman ikisi de aynı oluyor. Mesela içinde 10 hanenin yaşadığı ve 2 hanenin belli düzeyde olduğu bir mahalleyle, içinde 1000 hanenin yaşadığı 200 hane; yani 2/10 ile 200/1000 aynı orana geliyor. İkisini de aynı renge boyadığınız zaman, bu sefer oranı tutturduğunuz zaman yığılmaları tutturamıyorsunuz. Bir yerde 200 kişi, diğer yerde 2 kişi var. Birinci neden gözlem birimlerinin ölçek farklılaşması; ikincisi de kullandığımız değişkenlerin ayırt ediciliği. Mesela ücretliler; ücretli kategorisi telaffuz edildiği zaman, gözümüzde bir insan modeli canlanır. O insan modeli, patron/işveren değildir, ama biraz irdelersek ücretli dediğimiz kategorinin içine cumhurbaşkanı da girer, kapıcı da. Kendi hesabına çalışan kategorisi dediğimiz zaman, ayakkabı boyacısı da kendi hesabına çalışır, muayenehane sahibi bir profesör de. O zaman, ayakkabı boyacısıyla serbest meslek sahibini birbirinden ayırmak gerekiyor. Bu hem grafik iletişimle, hem de kategorilerin ayırt ediciliğiyle ilgili bir problemdir. Bu iki problem bizi üçüncü bir büyük probleme doğru götürüyor: ücretliler, işverenler şeklinde kaba kategorilerle çalışacağımıza; kapıcı, ayakkabı boyacısı, muayenehane sahibi doktor şeklinde ayırt ediciliği arttırdığımızda da çok fazla kategori oluyor. O zaman da harita okunmaz oluyor.

Öyle ki, bu çok karmaşık kentin, ekonomik bir resmini üretmek nasıl mümkün olabilir diye araştırma yapmaya başladım. Bunun nasıl çözüleceğine ilişkin teknikler maalesef bizim şehir planlama, grafik tasarım ve haritacılık bölümlerinde okutulmamaktadır. Bunun çok büyük bir yetersizlik olduğunu, stüdyolarda yapılan çalışmalarda ilk önce, hakkında konuştuğumuz kent parçasının iyi bir resmini çizerek, iyi bir temsilini yaparak başlamak gerektiğini düşünürdüm. Öğrencilere de bunu yaptırmaya çalışırdım ama kendi bilmediğim şeyi onlara nasıl öğreteceğim? Onun için kendimi tümüyle bu işe verdim. Sonunda da problemin, Türkiye'de hemen hiç tanınmayan Fransız kartograf Jacques Bertin tarafından 1967'de Fransa'da çözülmeye başlandığını buldum.

Şehir planlama eğitimim sırasında bir stüdyo çalışmasında Cihangir'i inceliyorduk. Haritalarda her ticari işlev için kırmızının ayrı bir tonunu kullanmamız istendi. Küçük bir alan olmasına rağmen çok farklı ticari işlev söz konusuydu. Kırmızının da en fazla kaç tonu olabilir ki? Paftaya işlediğimizde hiçbir şey okunmuyordu. Aslında boşa zaman kaybetmiş ve bir sonuca da varmamış olduk.

Kırmızının tonlarını değil, 128.000 renk de kullansanız yine yamalı bohça gibi bir harita olur. Önemli olan gözün ona: "Burada sarılar var, burada maviler var diyebilmesi". Bunu yapamadığınız zaman, çaba beyhudedir. Ben bu problemin çözümüyle uğraştım ve sonuçta iki-üç aşamada çözülebileceğini gösterdim.

Birinci adım şununla ilgili: Ham veriler veya bildiğimiz yüzdelerle çalışmak yerine, "Yön Belirtir Chi Kare" (YBCK) adlı, İngiltere'de geliştirilmiş bir endeks var. Bu endeksle çalışıldığı zaman, yığılmaların ekonomik temsilini bulmak mümkün oluyor. Bu da mekansal temsil açısından çok önemli. Mekan, her yerde her şeyin bulunabildiği, kaotik bir resim verir. Mesela Etiler'in eğitim düzeyi yüksek bir yer olduğunu biliriz ama bu, orada eğitim düzeyi düşük insanların var olmadığı anlamına gelmez veya eğitim düzeyi genellikle düşük bir yerde hasbelkader üç-beş kişi üniversite mezunu olabilir. Bu, o yerlerdeki coğrafi birimlerin ayırt edici özelliklerinin (caractères distinctifs) teşhisi problemidir. YBCK endeksi bunu sağlar. Bu yöntemle yaptığımız haritalar daha önce ürettiklerimize göre çok başarılı oldu. Örneğin Kurtköy İstanbul'un büyük mahallelerindendir. İçerisine 70 tane Fatih mahallesi sığdırabiliriz. Ama grafik olarak baktığımız zaman, örneğin Kurtköy'ü sarıya boyadığımızda haritamız sarı ağırlıklı olur ve oradaki küçüklüklerin hiçbir değeri olmaz. Halbuki nüfusun çoğunluğu orada yaşıyor. Değişkenlerin ayırt ediciliğiyle uğraştıktan sonra YBCK endeksi ile haritalarda sosyal farklılaşmayı mekansal anlamda ifade etmenin bir yolunu bulduğumuzu düşünüyorum.

Bu, başta güzel gözüken bir yöntem fakat o zaman da: "Bu mükemmel bir şey, artık bu problemi çözdük" diyorsunuz. Anlaşıldı ki bu problemi çözdük ama getirdiğimiz çözüm, bu nitelikteki tüm problemlerin çözümü değil. Ancak veri iyi huyluysa problemleri çözebiliyoruz. Eğer veri biraz kaprisliyse, modelimiz yine çalışmıyor.

Sonuç olarak 1990 sayımının verilerini kullandınız, değil mi?

Evet, İstanbul'da eğitim, meslek gibi tek değişken üzerinden haritalar yaptık: doktorların, ücretlilerin vs dağılımı şeklinde. Aynı yöntemle, bir yüksek lisans öğrencimle beraber, İstanbul'da 600 mahallede statü - konut mülkiyeti ikilisini haritalamıştık. Amacımız, ücretliler kategorisi içerisinde cumhurbaşkanıyla kapıcıyı birbirinden ayırt edebilmekti. Konut mülkiyeti değişkeni içerisinde dört alt kategori vardır: ikiden fazla konutu olanlar, sahip olduğu tek konutta oturanlar, mülksüzler, konut sahibi olup da kirada oturmayı yeğleyenler. Bunu statülerle ilişkilendirdiğimiz zaman 16'lı bir liste buluyorduk. Yani mahallelerde ücretliler, kendi hesabına çalışanlar ve diğerleri var. Bunlardan hangisi hangi kategoridendir? O zaman da İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de belli nitelikteki ücretlilerle belli nitelikteki işverenler ve belli nitelikteki kendi hesabına çalışanların beraber oturduklarını bulduk. Bu gruplar beraber kentin "şık" mahallelerini oluşturuyorlar. İkiden fazla konuta sahip olan ücretliler deyince üniversite profesörleri, valiler vs. Gecekonduda da bunların başka parçaları var. Böylece birçok grubu birlikte haritalamanın mümkün olabildiğini görmüş olduk. Bu sefer de "Birden fazla değişkeni kullanan sentez haritaları yapılabilir mi?" sorusu gündeme geldi. Ayırt edici değişkenlerden oluşan okunaklı bir harita elde etmek kaygısı ise bizi, haritacılıkta Jacques Bertin tarafından geliştirilen yöntemleri keşfetmemize itti. Şahsen, uzun bir araştırma sonunda keşfettim Bertin'i.

Jacques Bertin sizin de faydalandığınız "Grafik Semiyoloji" (Sémiologie Graphique) adlı eseri ilk kez 1967'de yayınlanmıştı. Daha sonra 1997'de "İnsanlığın Tarih Atlası" (l'Atlas Historique de l'Humanité) adlı yeni bir kitabı çıktı.

O da var elimde. Bertin'in nasıl biri olduğunu anlamak için o kitaba bakmak yeterli. İnsanın tahayyül edebileceği en büyük problem olarak 20. yüzyıla kadar insanlığın başından geçenleri atlas olarak yapmayı görüyor. İlk insandan homo sapiense kadar nasıl gelinmiş, dünyandaki sıcaklıklar nasıl olmuş, ilk insan nerelerde ortaya çıkmış ve nasıl dağılmış… Bunlar gösteriliyor. Bertin'i farklı kılan özellik, haritalarına görsel olarak söylenecek hiçbir şeyin olmamasıdır. Zaten, haritacılıkta iletişim paradigmasını kuran kişi de odur. Haritayı bir görsel iletişim (visual communication) aracı olarak kullanır. Beşten fazla lejant kategorisi yoktur. Her biri de okunaklı haritalardır. Bertin, "okunacak harita" (carte à lire) denilen haritanın yaratıcısıdır. Örneğin tarih atlasında, neolitikten başlayarak günümüze kadar gelinir. Herhalde bunu 20 sene gibi bir sürede hazırlamıştır diye tahmin ediyorum.

İlk kitabı 1967'de basılmıştı. Arada 1977'de bir yayın var. Tarih atlası da 1997 tarihli, demek ki dediğiniz gibi 10'ar, 20'şer senelik aralıklarla hazırlıyor kitaplarını.

Bunlar benim dünyada gördüğüm en mükemmel grafikler, metinler ve görsellerdir. Karşılaştırmanın kolay olması için tüm haritalar özenle aynı ölçekte tutulmuştur. Haritacılıkta bir başeserdir. Burada kolonyalizmin tarihi, Amerika'nın kuruluşu, 1. Dünya Savaşı'nda Avrupa, Osmanlı vs üst üste getirilir. O lejantları bulabilmek, bunu mekansal olarak ortaya koyabilmek… Grafik iletişim denildiği zaman, fizikte Einstein neyse, haritacılıkta ve grafik dilinde de Bertin öyle kült bir isimdir. Bugün 90 yaşlarında bir abide ve biz onu maalesef hiç tanımıyoruz.

Bertin, lineer anlatımla ifade edemeyeceğimiz birçok şeyi grafik anlatımla anlatabileceğimizi ve grafik anlatımda üç değişkenin önemli olduğunu söylüyor: lekelerin değişimi; planın iki boyutlu olması ve bu ikisine bağlı olarak da zaman. Lineer sistemlerin bize sadece bir işareti verdiğini, grafik gibi uzamsal (spatial) sistemlerin ise bu üç değişkenle iletişim kurduğundan etkin olduğunu savunuyor ve bu sayede aynı anda birçok veriye ulaşabileceğimizi belirtiyor.

Evet, çok doğru. Bertin, grafiğin sanıldığı gibi metinleri süsleyen bir şey olmadığını; bilgiyi temsil etmenin bir yolu olduğunu söylüyor. Örneğin tarih kitaplarında, baştan aşağıya metin devam eder, bütün resim ve haritalar ise arkaya atılmıştır. Bertin buna karşı çıkıyor. Grafiğin metnin içine girmesi ve bir iletişim aracı olarak kullanması gerektiğini savunuyor. Bunun olabilmesi için de iletişim sağlayabilen grafikler üretmek gerekir. Bertin bunu yapıyor. 1980'lerde bu tekniği bulduğu sırada Fransa'da ikinci bir devrim oluyor. Fransız matematikçiler; sosyolog Pierre Bourdieu'nun kullandığı bağlantı analizi (correspondence analysis) tekniğinin aslında Bertin'in yaptığı iş olduğunu buluyorlar. Veriyi Bertin'in işlem yaptığı yolla işleyerek kategorize etmekle, Bourdieu'nun kullandığı bağlantı analiziyle işlemek aynı sonucu veriyor. Ancak bu çok zahmetli ve usandırıcı bir yöntem. Yöntem bir tarafa atılıp, işler bilgisayar ortamında yapılmaya başlanıyor. Bilgisayara geçildiğinde kullanılan CBS sistemleri de artık çok daha sofistike ve akıllı programlar. Ancak CBS'nin en zayıf noktalarından biri iyi analiz haritaları üretmesine rağmen sentez haritası üretememesi. CBS, 3–4 katman (layer) üretir, bunları üste çakıştırır, aradaki kısımları çizer, sentez olarak sunar. Oysa sentez haritası tam olarak bu değil. Haritaları eşik analizinde olduğu gibi üst üste bindirdiğiniz (superposition) zaman çok iyi bir sonuç elde edemeyebilirsiniz. Halbuki sentez bir tür veri analiz yolu ile yapılır. Verilerin nasıl, hangi ortamda bir araya getirmesi gerektiğinin yöntemini bulur.

Zaten süperpoze etmek otomatik olarak yapılabilen bir işlemken, sentez daha sübjektif bir şey değil midir?

Sentez, hangi verinin hangi ağırlıkta o haritaya katılacağını belirlemektir. Sentez demek sınır çizmektir: Nereye kadarki bilgileri alacağız? İstanbul'daki sentez haritasında vilayeti alırsam başka, büyükşehiri alırsam başka sonuç çıkar. İkincisi hangi ayrıntıda çalışıp olayları nasıl bir araya getireceğimiz konusu. Bunları belirledikten sonra sentezi yapabilmek için bir yöntem gerekir. Bu iş de 10-15 tane değişkeni beraber haritalamayı gerektirir. O zaman da hangi değişkeni hangi değişkenle beraber bir bütün haline getireceğimize karar vermek gerekir. Bunu yapabilmek göründüğünden çok daha zahmetli bir iştir. Şehir planlama stüdyolarındaki hocalar, öğrencilere, sanki bunun bir yolu varmış da bunu keşfetmeleri gerekmiş gibi davranıyorlar. Halbuki bu hocaların bile tam bilmediği çok zor bir temsil problemidir. O temsil probleminin de bağlantı analizi denilen yöntemle çözümlendiğini anladım. O analiz ile işlendiği zaman, farklılıkların ekonomik temsilini mümkün kılan lejant kategorileri ortaya çıkıyor.

Çalışma yönteminizin evriminden bahsettik. Yaptığınız çalışmalara dönecek olursak; 1990'dan sonra İstanbul'a gelene kadar, ilk harita çalışmalarınıza hangi kent parçasıyla başladınız?

Daha çok İstanbul'un haritalarını yapmaya çalıştım çünkü İstanbul'u yapabilen her yeri yapar diye düşündüm. ODTÜ'den ayrılmadan önce, bu konuda epey ilerlemiştik. Bağlantı analizi ile harita lejantının nasıl çıkartılacağını bulduk. Sonra bu yöntemle harita üretmeye başladık. İlk yaptığımız harita Ankara üzerineydi. 2005 Eylül ayında ODTÜ'den ayrılıp İstanbul Bilgi Üniversitesi'ne geldim. Aynı yıl Harvard Üniversitesi'nde "Turkish Triangle" adlı üç Türk kentiyle (İstanbul, İzmir ve Ankara) ilgili konferansta yaptığımız sunuştan sonra bu yöntemi bulduk. Bu ilk çalışma örneklerimiz yakında Harvard Üniversitesi'nin konferans kitabında yayınlanacak.

Sonuçta, 1995'ten 2005'e kadarki on sene, kısmi başarılar ve büyük yenilgilerle geçti. Harvard'da sunulan bildiriden sonra ise problemin çözümünü çok büyük bir şekilde öğrenmiştik. O yaz, dört ay içerisinde İstanbul atlasını yaptık. Bugün artık toplumsal farklılaşmanın özlü ve okunaklı bir haritasını hiç problem değil.

İstanbul atlasını kaç kişilik bir ekiple hazırladınız?

Dört kişiydik. İki mimarlık tarihçisi, bir şehir plancısı, bir de bölge plancısı. 2005'te ben İstanbul'a geldikten sonra, ilk modelde çok küçük bir iyileştirme yaptık. Atlası yayınlamak için oldukça kapsamlı bir Avrupa Birliği (AB) projesine başvurduk. Kabul edilirse ilkbahardan itibaren İstanbul Bilgi Üniversitesi'nden küçük bir grupla, daha önce kullandığımız verileri kullanarak atlası yeni baştan yapacağız. Şu anda herhangi bir büyüklükteki alanı haritalayabilme kapasitesine sahibiz. Türkiye'de şimdiye kadar Mersin, Ankara ve İstanbul'un haritalarını yaptık. AB'ye sunulmuş bir projemiz daha var: Türkiye'yi 1100 ilçe üzerinden haritalamak.

Hazırladığınız haritalarda hangi konuları işlediniz?

Herhangi bir nüfus sayımında kullanılan bütün değişkenleri işledik: Hane halkı büyüklüğü, eğitim, meslek, iktisadi faaliyet kolu, konut mülkiyeti. Bunlar genellikle sayımda sorulan sorular. En zor olan da kökendir. İstanbul'da 700 mahalle, 110 tane de farklı doğum yeri var. Yugoslavya doğumluların beraber oturdukları gruplar içerisinde Edirneliler ve Tekirdağlılar görülüyor. Yani Trakyalılık, Balkanlık gibi ortak bir yön bulmaya başlıyoruz. Bunların büyük bir kısmının İstanbul'un sadece İstanbul yakasında, Yenibosna, Bayrampaşa gibi yerlerde oturduklarını, Anadolu yakasında ise hemen hemen hiç oturmadıklarını biliyoruz. O zaman haritalar şehrin etnik profilleri hakkında da fikir veriyor.

Bir yazınızda haritaların değerlendirilmesinde okuyucunun aktif katılımından bahsediyorsunuz.



Bertin'in haritaları bir görsel iletişim aracı olarak kullanıldığını söylemiştim. Bertin haritayı sizin onu nasıl algılayacağınızı düşünerek yapıyor. Örneğin haritalarda dağlar kahverengi, denizler de mavi gözükür. Bunun nedeni dağların kahverengi, denizin mavi olması değildir. Kahverengi ile mavinin dalga boyları aynı olmadığı için, bu renkleri üst üste koyduğunuz zaman kahverenginin mavinin yanında rölyefli gibi duruyor olmasıdır. O renkler iki boyutta üç boyutluluk izlenimini vermek için seçilmiştir. Dalga boyu ve okunaklılıkla ilgili bir durumdur. Bu yüzden haritanın bakılacak ve atılacak bir şey olmadığını bilen birisi o haritaya bakıp bir karşılaştırma yapacaktır. Okuyucu haritaya bakarken aktif katılım sağlanacak, görsel olarak haritayla etkileşime girecek. "Buraları bu renge boyanmış, burası böyleyse öbür tarafı da böyle olacak" şeklinde zihinsel bir süreç tetiklenecek. O zaman da haritayla kurulan görsel ilişki, ilan panosuna bakmaktan farklı bir şey haline geliyor. Kaldı ki ilan panosuna bakmakta bile panoyu hazırlayanlar vurgulamak ve tetiklemek istedikleri zihinsel süreçleri düşünerek görüntüye nereden bakmamız gerektiği konusunda bizimle oynuyorlar. Okuyucuyla resim arasındaki ilişki tetikleniyor. Kesinlikle nötr bir şey değil. Onun için renk seçimleri, skalaların belirlenmesi, neyin hangi renge boyanacağı çok önemli.

Son olarak hazırladığınız haritaların mimarlık çalışmalarına getirdiği açılımlar konusunda ne söyleyebilirsiniz?

Mimarlığın hem fiziksel, hem toplumsal topografya üzerinde yapılan bir sanat olduğunu düşünüyorum. Bütün bu çalışmalar yerin, toplumsal topografya içindeki konumunu, o parselin kentin neresinde olduğunu, oranın sosyal açıdan tam nerede olduğu konusunda işaretler içeriyor. İşlev, fiziksel özellikler, sosyal yapı içerisindeki konum birbiriyle çok ilişkili boyutlar. Batı Trakyalıların çoğunlukla nerede olduklarını bulmak, oraya hakim duyarlılıkların Balkanlara özgü duyarlılıklar olduğu konusunda işaretler veriyor. Bu, Balkanlara özgü duyarlılıkların hakim duyarlık olduğu bir yerde bina yapacağım demektir. Aynı zamanda bu tür çözümlemeler bize, klişe olarak bildiğimiz pek çok kulaktan dolma bilginin ardındaki farklılıkları gösteriyor. Örneğin İstanbul'a doğudan gelmiş olan insanların kentin gündelik hayatını tehdit eden bir yaşam tarzının olduğu söylenir. Halbuki gösterilebilir ki İstanbul'da denize kıyısı olup da bu grupların hakimiyetinde olan bir tane mahalle yoktur. Tarihi Yarımada çok özel bir durum. Orası dışında denizin sahil kesimleri genellikle Türkiye'nin batısından gelmiş, iyi eğitim görmüş, hali vakti yerinde, tuzu kuru insanların elindedir. O insanlar genellikle gündelik yaşamlarında doğudan gelenlerin nasıl koşullarda yaşadıklarına ve onların gündelik hayatlarına değinmezler bile. Basında genellikle doğudan gelenlerin İstanbul'daki yaşam tarzını tehdit ettikleri yönünde bir kanı var. Onlar bir çeşit günah keçisi ve olayın sorumlusu olarak gösteriliyorlar.

Yaptığım işin mimarlık mesleğine katkısı; kent mekanının toplumsal farklılaşma düzleminde nerede durduğunu belirtmek ve geleceğinin ne olabileceği konusunda bazı ipuçları sağlamak. Bunun dışında mimarlıkla doğrudan bir ilişkisi yok. Yalnızca kent mekanlarındaki farklılaşmanın temsili problemi üzerine uğraşıyorum ve bunun ardında bir insanı meşgul edecek kadar malzeme olduğunu düşünüyorum. Mimarlarla birlikteliğime gelince, anlattıklarımdan bir tasarım ortaya çıkmadı ama örneğin Emre Arolat'la bir iki projede beraber çalıştık. Zorlu Center Mimarlık ve Kentsel Tasarım Yarışması'ndaki sunuş için 54 dakikalık bir film hazırlandı. Bu mimari proje filminin 10-15 dakikasında da ben konuştum. Yani pozisyonum bunun gibi mimari bürolarda kent hakkında bilgi vermek. İkinci bir nokta, mimarlık problematiğinin ölçeklerinin çok büyüyor olması. Artık mimarlık, bildiğimiz parsel ölçeğinde yapılan bir sanat olmaktan çıkıyor. Zaha Hadid Kartal'da kentsel ölçekte projeler yapıyor. Mimarlık bugün belki ölçeklerin çok çok büyüdüğü ikinci bir barok yaşıyor diyebilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder